14 Kasım 2024

HZ. YUŞA

 HZ. YUŞA’NIN DESTANÎ HİKÂYESİNDEKİ VÜCUT SEMBOLLERİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Mümin TOPÇU

Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi® - Ekim/October(2022) - Cilt/21 - Sayı/84

Öz 

Makalede Hz. Musa‟dan sonra gelen ve Benî İsrail peygamberinden biri olarak kabul edilen Hz. Yuşa‟nın Bektaşi metinlerinde zikredilen destanî hikâyesindeki vücut sembollerinden saç, burun, kulak, göz simgeciliği incelenecektir. Ümmetinin ömrünün kısa olması sebebiyle Allah‟ın, Kadir gecesini Hz. Muhammed‟e hediye edişini anlatan Kadir suresinin açıklamasında, Hz. Yuşa‟nın destanî hayatından bir kesit verilir. Destanda saç simgesi, olay akışında belirleyici unsur olarak ön plana çıkar. Anlatımda saç simgesinin belirleyiciliğinin yanı sıra, saçla birlikte ve saça bağlı olarak şekillenen burun, kulak, göz sembollerini bir simge bütünlüğü içinde çözümlemeye çalışacağız. Sembollerin anlamlarını doğru tespit edebilmek adına; önce, Hz. Yuşa‟nın kaynaklarda yer alan tarihî kişiliğine odaklanacağız. Tarihî kaynaklarda galibiyetlerle örülü geçmişi olan Hz. Yuşa‟nın hayatında bir olumsuzluğu, yenilgiyi ifade eden saç ile bağlama simgesiyle anlatılan destanî kişiliğinin mukayesesi sonucunda, destanî anlatı ile tarihî yaşamının kesiştiği noktaları tespit ettikten sonra; saçın fonksiyonlarına, bilinçdışı ve kültürel yönlerine odaklanarak; burun, kulak ve göz birlikteliğiyle çözümlemeye çalışacağız. 

1. GİRİŞ 

Destan kelimesi sözlüklerde kutsal kahramanların olağanüstü yaşamlarını anlatan lirik bir edebî tür olarak öne çıkar. Batıda epope denilen bu türün dünyada en klasik örnekleri olarak İlyada, Şehname, Kalevala ve Manas kabul edilir. İkinci tür destanlar ise kahramanlık hikâyelerini veya herhangi bir olayı konu alan, genellikle halk şairlerince kaleme alınan koşma tarzında ve hece ölçüsüyle yazılan şiirlerdir. Üçüncü destan türü ise çağdaş edebiyatımızda biçim ve içerik yönünden geleneksel destanlardan farklı olarak kaleme alınan uzun kahramanlık şiirleridir (Akalın, 2005: 510). 

Destanlar, Hz. Âdem ile ilgili yaratılış hikâyeleriyle başlamış, peygamberlik geleneğinin, yani Hz. İbrahim ile Nemrut, Hz. Musa ile Firavun, Hz. Yusuf ile kardeşleri, kadınlar ve putperestlik ve Hz. Muhammed ile müşrikler üzerinden anlatılan, kısaca ilahî olanla yerel olanın, günümüzde ise dini olanla felsefi olanın konu edildiği anlatılardır. Ana hatları bu ikilik üzerine kurulu destan geleneği; tüm insanlığın mücadelelerinin anlatıldığı en eski, en önemli ve hacimli anlatı geleneği olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Destanlar, insanlık tarihînde edebî türün ilk örneklerini teşkil eder. Türk edebiyatı geleneği içinde destan terimi birden fazla anlatı türü ve şekli için kullanılagelmiştir. mesnevilerin bir kısmından başlayarak, bazı manzum hikâyeleri ve anonim edebiyatta ve âşık edebiyatında dörtlüklerle ifade edilmiş ferdî, sosyal olayları anlatan şiirleri; batıda epope denilen ve milletlerin birbiriyle olan mücadelelerini yani kutsalı dile getiren, genellikle manzum olmakla birlikte; manzum mensur karışık ve bazen de mensur olabilen anlatılardır. 

Destanlarda bütün bir insanlık yaşamının gizleri saklıdır. Erdemi, iyiliği, yüceyi, kutsalı, kazananı, kaybedeni öğretmekle insanları eğiten, kadim tecrübeyi yaymak, insanları bilinçlendirmek amacıyla, destan anlatma geleneği oluşmuştur. Bu gelenek en eski ve en hacimli anlatı geleneği olarak günümüze kadar gelmiştir. Kökeninin çok geriye gitmesi, kutsala dayanması gibi nedenlerle destanlar, millet muhayyilesinde zamanla sembollere dönüşmüştür. Sembolleri çözümlemekle bu anlatıların yazılış gayesi olan gizi ortaya çıkacaktır. 

Hz. Yuşa, (Şemun, Hz. Yuşa bin Nun, Hoşea, Yeşu, Joshua), Hz. Musa‟dan sonra peygamberlik yapmıştır. Yuşa (Yeşu) kelimesinin İbranice aslı Yehoşua (Yeoşua), “Allah kurtuluştur” veya “Allah kurtarır” anlamına gelir. Tevrat‟ta belirtiğine göre aslı Hoşea olan bu kelimeyi Hz. Musa, Yehoşua şeklinde değiştirmiş, daha sonra Yeşua olmuş ve Yuşa şeklinde Arapça‟ya geçmiştir (Harman, 2013: 43). Bektaşilikle ilgili yazmalarda Yuşa ve Şemun isimleriyle geçmekte olup Şemun isminin daha çok tercih edildiği belirtilmektedir (Topcu, 2021: 70). Hz. Yeşu, Hz. Yusuf‟un oğlu Efraim‟in adını taşıyan İsrailoğullarının on iki kabilesinden birinin lideri Elişama‟nın oğlu olan Nun‟un oğludur. Hz. Yuşa, önce Hz. Musa‟nın yardımcılığını yapmış, sonra İsrailoğullarının başına geçmiştir (Harman, 2013: 43,44). 

2. Hz. Yuşa destanı 

Tarihî kişiliğinin yanında iki Bektaşî yazmada Hz. Yuşa‟nın destanî hayatı anlatılır. Yazmalarda birbirine benzer motiflerden oluşan Hz. Yuşa destanı, Kadir suresinin açıklaması yapılırken verilir. Açıklamada Hz. Yuşa‟nın Beni İsrail peygamberinden biri olduğu ve bin ay Allah yolunda ölünceye kadar savaşmak suretiyle, Hz. Muhammed‟in sahabelerinden, manevi mertebe açısından, büyük olduğu vurgulanır. Yine Hz. Muhammed‟in ümmetinin ömrünün diğer ümmetlerden az olduğu belirtilir. Buna kısalığa mukabil Allah‟ın Hz. Muhammed‟e Kadir gecesini verdiği vurgulanır ve sonra da Hz. Yuşa destanı anlatılır: 

Destanda Hz. Musa‟nın halifesi Hz. Yuşa, gündüz oruç tutup geceleri namaz kılarak bin ay kâfirlere karşı savaştı. Hz. Yuşa‟dan çok Şemun adıyla tanındı. Aslandan korkmayan adamlar ondan korkardı. Onunla baş edemeyen kâfirler, Hz. Yuşa‟yı kendilerinden bir kadınla evlendirdi. Bu kadın, kâfirlerden altın mücevher benzeri menfaat karşılığında kocası olan Hz. Yuşa‟nın düşmanlarıyla işbirliği yaptı. Gece uyurken karısı, Hz. Yuşa‟nın ellerini ayaklarını bir iple kuvvetli bir şekilde bağladı. Hz. Yuşa uyandığında kendini bağlayan ipleri kırıp attı. Neden kendisini bağladığını sorduğunda, karısı; onun kuvvetini görmek için bağladığını, söyledi ve olanları kâfirlere haber verdi. Kâfirler, bu kez kadına demirden zincir gönderdi. Yine aynı şekilde karısı, Hz. Yuşa‟yı zincirle bağladı. Hz. Yuşa, önceki gibi yine zinciri kırdı attı. Kadın yine durumu kâfirlere haber verdi. Kâfirler, karısından Hz. Yuşa‟nın nasıl kontrol edilebileceğini kendine sormasını istediler. Karısının sorusuna Hz. Yuşa, kendi saçından kesilen sekiz kıl (tüy) ile bağlandığı takdirde kontrol edilebileceğini, söyledi. Kadın, Hz. Yuşa‟nın saçından kestiği sekiz tüy (kıl) ile Yuşa‟nın ellerini ve ayaklarını bağlayıp kâfirlere haber verdi. Kâfirler, dev gibi adamıyla birlikte, Hz. Yuşa‟yı öldürmeye evine gittiler. Evde seksen adamın kucaklayamayacağı kadar kalın bir direk vardı. Hz. Yuşa‟yı o direğe bağlayıp kulaklarını kestiler. Bu durumdayken Allah, Hz. Yuşa‟ya isteğini sordu. Hz. Yuşa, Allah‟tan direğin kâfirlerin üzerine yıkılmasını istedi. Allah‟ın izniyle direk kâfirlerin üzerine düşüp onları öldürdü. Hz. Yuşa, oradan kurtuldu ve Allah, Hz. Yuşa‟nın yaralarını iyileştirdi (Topcu, 2021: 70, 71). 

Destanın ikinci nüshasında ise Rum şehirlerinden birinde yaşayan ve annesinin Allah‟a adadığı Hz. Yuşa, hiç kimsenin baş edemediği çok kuvvetli bir kahramandı, silahını bir deve taşırdı. Onun elini ayağını ne kadar kuvvetli bir iple veya zincirle de bağlasalar kontrolü mümkün olmadı. Şehir halkı putperest idi. Hz. Yuşa‟nın şehrin dışında bir evi vardı. Yuşa, şehre gelir, halkı Allah‟a davet eder ve onlara karşı savaşırdı. Allah, Hz. Yuşa‟nın dilediği yerden sular çıkarırdı. Hz. Yuşa, şehir halkından bazılarını esir eder ve mallarını alırdı. Hz. Yuşa gece uyuyunca karısı, kendi uzun saçlarından kestiği bir tutam kıl ile Hz. Yuşa‟nın ellerini ayaklarını bağladı ve şehirliye haber verdi, halk geldi, Hz. Yuşa uyandı, elleri ayakları bağlanmış. Hz. Yuşa, ellerini zorlayınca kıl bileklerini kesip kemiklerine oturdu fakat kopmadı. Halk, Hz. Yuşa‟nın burnunu, kulağını kesti ve gözlerini çıkardı. Şehrin kâfir beyi1 , köşkünün penceresinden olanları izledi. Hz. Yuşa, kâfir elinde mahvoldu, kendini bu durumdan kurtarması için Allah‟a yalvardı. Allah o anda Hz. Yuşa‟nın gözlerini, burnunu ve kulağını geri verdi ve kuvvetini de artırınca, elini bağlayan saç koptu. Hz. Yuşa, şehrin kâfir beyinin oturduğu köşkün direklerini kopardı, köşk yıkıldı, şehrin beyi, taş altında kalıp helak oldu. Hz. Yuşa, sonra şehirde ne kadar yapılar varsa hepsini yıktı, karısını yakaladı burnunu, kulağını kesti ve gözlerini çıkardı. Hz. Yuşa‟nın karısı mihnetle can verdi. Hz. Yuşa, şehir halkının tamamını öldürdü (Yz A 3755/21: 97a-b). 

Hz. Yuşa‟nın tarihî yaşamını gözden geçirdiğimizde, bütün savaşlarında düşmanları üzerinde ezici bir üstünlük kurmakla birlikte, iki noktada zorluklarla karşılaştığını görmekteyiz. Bunlardan birincisi ve önemli olanı “Arz-ı Mev„ûd‟a girme emri” geldiğine yaşananlar; ikincisi ise “Ey” şehrinin ele geçirilmesi sürecindeki olaylardır. 

2.1 Hz. Yuşa’nın Arz-ı Mev‘ûd’a girmesi 

Allah, Hz. Musa‟ya, vaat edilen topraklara gitmeyi emreder. Bu emir üzerine Hz. Musa, on iki kabileden seçtiği birer kişiyi casus olarak Arz-ı Mev„ûd‟a göndermiştir. Bunlardan sadece ikisi ilâhî emrin yerine getirilmesini istemiş, diğerleri ise oralarda zorbaların yaşadığını ileri sürüp savaşmayacaklarını söylemiş, ilahi emre karşı çıkmıştır. Emre karşı gelenleri ikna etmeye çalışan Yeşu ile Kâlib, kavmi tarafından taşlanmış, sonra da vebaya yakalanmış, hastalıktan ilâhî inayetle kurtulmuş, imanı ve bağlılığı sayesinde Arz-ı Mev„ûd‟a girmekle mükâfatlandırılmıştır. İsrailoğullarından Yeşu ile Kâlib haricindekiler ile yaşı yirmi ve daha yukarı olanların Arz-ı Mev„ûd‟a girmesi yasaklanmış (Harman, 2013: 44).

Bu olay Kuran‟da da geçer. Hz. Yuşa adı geçmez fakat iki yerde ona işarette bulunulduğu kabul edilir. Olay, Mâide suresinin 26. ayetinde anlatılır. Burada da genel örüntü benzerdir: Hz. Musa, on iki kabile liderini Kutsal Ülke'de casusluk yapmak için gönderdi. Gidenler gerekli araştırmayı yapıp kırk gün sonra gelip halkın huzurunda raporlarını sundular. Ülkenin süt ve bal gibi zengin nimetleri olduğunu fakat Anak oğulları denilen halkın dev gibi iri yapılı, devlerin soyundan ve çok güçlü adamlar olduklarını, onlara karşı savaşamayacaklarını belirttiler. On iki liderin onunun söyledikleri karşısında İsrailoğulları, galeyana gelir. “Keşke Mısır‟da ölseydik; keşke çölde ölseydik, Rabb bizi niçin bu ülkeye getirdi,” benzeri muhalefetlerini ifade ederler. Fakat on iki liderden ikisi olan Hz. Yuşa ve Kâlib, muhalif topluluğu azarlar. Hz. Yuşa ve Kâlib, hemen oraya savaşa gitmek taraftarıdır. Bu iki kahraman harekete geçti ve şöyle dediler: “Allah bizden razı olursa, bizi oraya götürecek ve galip kılacaktır. Allah‟a karşı çıkmayın, oranın halkından da korkmayın. Allah bizimledir.” Bu hitabı duyan halk, Hz. Yuşa ve Kâlib‟i, taşladı. Sonra Allah, emrine uymayan bu halkın yirmi yaşında ve üstündekilerin çölde kırk yıl dolaşıp ceset hâline geleceğini; çocukların ise büyüyüp bu yeni yetişen neslin vadedilen ülkeye gideceğini bildirdi. Bu buyruğa göre, otuz sekiz yılda Faran çölünden Ürdün'e geldiler. Bu süre içinde Mısır'dan çıkarken genç olan herkes yaşlanıp öldü. Ürdün'ün fethinden sonra Hz. Musa (a.s) de vefat etti. Ardından İsrailoğulları Hz. Yuşa (a.s) ile Filistin'i ele geçirdi (Mevdûdî, 1996: 81).

Hz. Yuşa destanında yer alan hanımı, çocukları, saçı, kulağı, burnu ve gözünden Kuran‟da, bahsedilmez. Burada, ilahî metinlerin tahrif mantığı da ortaya çıkar. Mecazı gerçekle karıştıran halk muhayyilesinde zamanla mecazın bağlamları kaybolur. Bu olayların tarihî geçmişi ve evirilişine, simge mantığıyla dikkat ettiğimizde bunların gerçeklikle bağdaştıklarını ve benzetme ilgisiyle kurulan semboller olduğunu görürüz. Hz. Yuşa destanında eş-vatan ve çocuk-halk benzetme ilgisi Eliade‟nin şu ifadelerde açıkça görülür: Hz. Yuşa‟nın peygamberliği ile çağrısının anlamını, evliliğindeki değişken durumlarla bağlı görür. Allah, ona kötü bir kadın ile evlenmesini emretti. Yahve'nin İsrail'i sevmediğini ve İsrail'in artık onun kavmi olmadığını halka duyurmak için bu kadından doğan çocuklara, Merhamete Ermeyecek (Lo-Ruhama), Halkım Değil (Lo-Ammi) şeklinde simgesel isimler koymuştu (Eliade, 2015: 422, 423). Bu simgesel anlatımda “Merhamete Ermeyecek, Halkım Değil” anlamındaki çocuk isimlerine dikkat edildiğinde anne-vatan, çocuk-halk birlikteliği açıkça anlaşılır. Emre itaat etmeyen günahkâr halkı, Hz. Yuşa‟nın ellerini ayaklarını bağlar. Allah, iyi niyetli ve affedici olduğunu gösterir. Emre itaat etmeyen topluluğu, hemen helak etmez; hastalıklarla (vebayla), zamanın geçmesiyle toplumun yenilenmesini bekler. Birinci kuşak yani emre itaat etmeyen ilk eş olan kötü kadın, çölde öldükten sonra toplum arınır, dönüşür ve bağlarından kurtulur. İkinci eş ile çocuklar yani emre itaat eden günahlarından arınmış yenilenen ikinci kuşak ile Allah, Hz. Yuşa‟yı bağlarından kurtardıktan sonra onların Arz-ı Mev„ûd‟a girmesine izin verir.

 İlahî emre uymayan kötü kadının çocukları yani idareciler ve halk, dünya zenginliğine yönelir; zevk, sefa ile günahlar işler. Onların bu hâli, kocasına ihanet eden kadın teşbihiyle anlatılır: “Hoşea'nın sözlerine kavmi tarafından ihanete uğrayan Allah‟ın kırgınlığı hâkimdir.” diyen Eliade, bu anlamı güçlendiren bilgiler verir: İsrailliler, Allah‟ın seçtiği topluluk, ihanet etmiş, başka bir deyişle kendini Kenan'ın bereket tanrılarına vermişti. İsrailliler, bereketin Allah‟ın bir lütfu olduğunu bilmiyordu. Oynaşlarının ardından gideceğini; çünkü yiyecek ve içeceklerini onların verdiğini söyleyen kadın, kendine gelen nimetlerin Allah‟tan olduğu şuurunda değildir (2:7-10). Eliade, burada Baal ile Yahve yani putperestlik ve tevhidi geleneğin arasındaki, uzlaşmaz çatışmanın yeniden keskinleşerek ortaya çıktığını belirtir (Eliade, 2015: 423).

Baal ile Yahve diğer bir ifadeyle putperestlik ile tevhit inancı arasında kalan toplum, büyük çoğunluğun yani on ikide onunun tam bir iman teslimiyeti olmadığı için, savaşmak üzerine gelen ilahî emre uymaz. Bu durumda günahkâr olmuş toplum yani hanım, liderini yani kocasını iple, zincirle, saçla kilitleyip bağlar. Hz. Yuşa, bu kilidi açmak için, bıkıp usanmadan toplumun imanını kurtararak bağları kırmak için çalışır. Eliade‟nin belirttiği “Tanrılarından ayrılarak zina ettiler” (2015: 423), ifadesi, Allah‟tan uzaklaşan toplumun günahlara dalışını anlatır. Çünkü zina etmek deyimi, günahların ilahi azaba dönüşmesini ifade eder.

 İsrailliler, tarihini yani inancının sağlam olduğu eski günleri unutmuştur. O günler, onların ilahî sevgiye mazhar oldukları çocukluk yıllarıdır. O zaman Allah, İsrail'e, yardım etmiş, onları Mısır'dan çağırmıştır. Allah onlara seslendikçe, onlar Allah‟tan uzaklaştı. Bu iflah olmaz nankörlüğün cezası da korkunç olacaktır. Tek kurtuluşları, içtenlikle Allah‟a geri dönmeleridir (Eliade, 2015: 423).

Otuz sekiz yıl geçer, toplumun yenilenmeyle imanlı gençler yetişir. Bu gençler emre itaat eder. Hz. Yuşa, onlarla birlikte fetihlerini gerçekleştirir. Bu suretle Hz. Yuşa‟nın elinin ayağının bağları parçalanır, çözülür. Destanda Hz. Yuşa‟yı, zaafa düşüren hedeften uzaklaştıran başarısızlığa neden olan esas unsur, ilahî emre yani şeriata itaatsizliktir; suç, bağlayıcıdır. Suçun öznesi olan Hz. Yuşa‟nın emrindeki insanlar, yani on kabilenin liderleri ve halkıdır. Bu bir düğümdür, günahkârların ölümü ve toplumun yenilenmesiyle düğüm çözülebilmiştir.

Şeriata isyan ile başarı arasındaki bağlantı; Allah‟ın, görevinin başında olan Hz. Yuşa‟ya seslendiği şu sözlerde açıkça görülür: Ona güçlü ve yürekli olması emredilir. Çünkü halkı, vadedilen ülkeyi almaya o götürecektir. Hz. Yuşa‟ya başarılı olabilmesi için Hz. Musa'nın şeriatına tam ve özenle uyması belirtilir. O zaman başarılı olup amacına ulaşabilecektir. Güçlü ve yürekli olması önerilirken; korku ve yılgınlık yasaklanır. Çünkü Allah her yerde onunladır (Yeşu, 1/6-9).

 Hz. Yuşa, günahkâr kişilerin kirlendikleri için Allah‟a geri dönemeyeceklerini bilir. Fakat Allah‟ın sevgisi öfkesinden daha güçlüdür. Gençlik günlerinde, Mısır‟dan çıktığında olduğu gibi Hz. Yuşa, İsrailoğulları ile ezgiler eşliğinde çöle gitmek ve yüreğine seslenmek ister. Yahve-İsrail evliliği anlatılır (Eliade, 2015: 424).

Hz. Yuşa‟nın çocukluğa dönme arzusunda, açıkça günahsız günlere dönme isteği sezilir. Evlilik ile adanma ilişkisi, adanma kelimesinin sözlük anlamında da açıkça görülür: Bir isteği gerçekleştirmek için kutsal bir güce yönelik niyette (Allah yolunda) bulunmak; kutsalı uğruna (Allah için), feda olmak, ant içme, nezretme (Akalın, 2005: 20).

Eliade, hastalıkların kadın ve ip; ölümün ise nihai bağ anlamına geldiğini belirtir. Hastalık, ölüm, sihir din birlikteliğinin dünyanın hemen her yerinde çok popüler olduğunu vurgular (1992: 107). Saçın sihirli bağlayıcılığı Felak ve Nas surelerinin açıklamasında anlatılır. Bu açıklamalarda kadın, saç, sihir, düğüm, bağ, hastalık ve ölüm birlikteliği açıktır: Kıskançlığı nedeniyle Yahudi bir kadın, Hz. Muhammed‟in saçı ve kırık iki tarağının dişleriyle ona sihir yaptı ve sihir aletlerini bir kuyuya attı. Sihrin tesiriyle Hz. Muhammed (a.s.) hasta oldu. Hz. Cebrail iki “Kul e‟uzu”ları alıp indi, sihirden haber verdi. Hz. Muhammed (a.s.) Hz. Ali‟yi sihir aletlerinin atıldığı kuyuya gönderdi. Hz. Ali, kuyunun suyunu boşaltıp kuyuya girdi, kuyudan o iki tarak dişi üzerindeki on iki saç düğümünün her birini, birer birer çözüp iki “Kul e‟uzu”ların ikisini bir düğüme okuyunca, düğümler çözüldü ve Resul‟ün hastalığı iyileşti (Topcu, 2021: 47, 48). 

 Buradaki on iki saç düğümü ile düğümleri çözen iki Kul e‟uzu suresi ön plana çıkarken; benzer örüntü, on iki İsrail kabilesi ve reisleri içinde iki imanlı genç olan ve diğer onunu dönüştüren iki kahraman Hz. Yeşu ile Kâlib, yani on ikide iki çok dikkat çekicidir.

Tebbet suresi açıklanırken de kadın, ip, düğüm, bağ ve ölüm birlikteliğine yer verilir: Ebu Leheb‟in karısı, kıskançlığından iple sırtına yüklendiği dikenli çalı çırpıyı üzerine basıp Hz. Muhammed‟in ayaklarının zarar görmesi için Hz. Muhammed‟in (s.a.) geçeceği yola dökerdi. Kıskançlığın şiddetinden kıskanma kelimesinin ip kelimesiyle tanımlandığı belirtilir. Deve kılından eğrilerek yapılan ve kıskançlığın cisimleşmiş şekline dönüşen bu ip, deve sinirinden veya derisinden sekiz on kat eğrilerek yapılır ve Ümmü Cemil‟in durumunu ifade eder: Ebu Leheb‟in karısı Ümmü Cemil, her gün dikenleri taşır ve gece kimse görmeden Hz. Muhammed‟in yoluna dökerdi. Bu kadın bir gece odun taşırken rahatlayıp serinlemek için bir ağacın gölgesine oturdu. Kalkıp orada bir duvardan geçerken ayakları kayıp kendisi duvarın bir yanına, sırtındaki yükü ise duvarın diğer tarafına salınıp asılı kaldı ve orada öldü (Topcu, 2021: 52,53).

 İnsanların kıskançlıkla yaptığı amelleri yani ipleri, zamanla sihirli bir bağlayıcılık ve düğüm özellikleri arz eder. İnsan, bir ömür yaşar. Her gün yapılan ip gibi ameller, birbirine eklemlenince ömür yani kader olur. Simge mantığına göre ameller-kıllar, zamanla bağlayıcı bir hırkaya dönüşür. O hırka, Ebu Leheb ve karısı için ateşten bir gömlektir. Bütün ömründe ördüğü hırkadır. Hz. Yuşa veya Hz. İbrahim için ise ateşten koruyan bir gömlektir. Yukardan veya uzaktan bakışla her eylemin ipe benzer görüntüsü, bilinçaltına ip şeklinde kazınmış olmalı. Dolayısıyla her amel, iş, eylem, bir iptir.

nanç zafiyeti ve günahlarla iç içe kalan kavmi tarafından Hz. Yuşa‟nın eli ayağı bağlanmıştır. Allah, süregelen bu günahlara karşı şöyle buyurdu: Çölde kırk yıl kalacaksınız ve içinizden yirmi yaş ve daha yukarı olanlar çölde ölecek, çocuklar büyüyecek ve onlar, vadedilmiş topraklara girecek (Mevdûdî, 1996: 81). Destanî döngüde şeriata uymayan günahkâr idareciler ve halk, hain eş sembolüyle ifade edilir. Bunlar, veba benzeri hastalıklarla zamanla ölür, toplum yenilenir. Bu suretle Hz . Yuşa, kötü kadından boşanmış olur. Bunun karşıt yapısı ilahî şeriata uyan idareciler ve halktır ki bu yeni nesil, sadık eş sembolüyle ifade edilir.

 Dinî-destanî gelenekte toplumun günahlardan arındırılarak yenilenmesi, ilahi şeriatla baştan aşağıya yani yukarıdan aşağıya gerçekleşir. Hz. Yuşa‟nın elini ayağını bağlayan halkı ve idarecileri, başındaki saçlarıyla sembolize edilir. Baş, sağlıklı olursa vücut da sağlığına kavuşur. “Balık, baştan kokar” deyimi de bozulmanın yukarıdan aşağıya gerçekleştiğini ifade eder. Hz. Yuşa, elini ayağını bağlayan kendisinin veya karısının saçlarının yani memleketindeki idarecilerin ve halkın, hastalıklarla (vebayla) ölüp toplumun yenilenmesiyle; ilahi emre itaat eden ve bir Allah‟a inanan ideal toplum kurulmuş olur. Bağlarından kurtulmuş olan Hz. Yuşa, bu toplulukla Arz-ı Mev„ûd‟a girer, ilahî vaat da gerçekleşir.

2.2 Hz. Yuşa’nın Ey şehrine girmesi 

Hz. Yuşa, yaklaşık üç bin askeriyle Ey şehrine saldırdı ve ani bir bozguna uğrayınca büyük bir zayiatla geri çekilmek zorunda kaldı. Hz. Yuşa, bu yenilginin kendi adamlarından bazılarının işledikleri günahlara karşı, ilahi bir ceza olabileceğini düşünmüş ve suçluları bulmak için de kuraya başvurmuştu. Kura Ahan'a çıktı. Ahan, savaşta ele geçen her şeyin yakılması gerekirken, ganimetlerden bir kısmını kendine sakladığını itiraf etti. Bunun üzerine Hz. Yuşa, Ahûr vadisinde tüm Ahanlıları ve hayvanlarını taşlayıp öldürttü, eşyalarını da yaktırdı. Sonra da bir harp hilesiyle Ey şehrini ele geçirdi (Seyfi, 2016: 172). 

Burada Hz. Yuşa‟nın başarısızlığının nedeni yani ellerini ayaklarını bağlayan günah, hırsızlıktır.

 Düşmana karşı feci bir yenilgiye uğrayan Hz. Yuşa, bunun bir günahtan olabileceği düşüncesiyle kura çekerek suçluyu tespit etmiş ve günahkârları da cezalandırmıştır. Böylece elini ayağını bağlayan sihirli günah bağlarını, günahkârları öldürüp mallarını yakmakla, parçalayıp atmıştır. 

Destanda saç simgesine karşılık gelen temel bağlayıcı unsur, hırsızlık yapan günahkâr idareciler, baştaki adamlardır ki; bu adamlar, işledikleri günahlarla yani hırsızlıkla Hz. Yuşa‟nın ellerini ayaklarını bağlamış ve onu, etkisiz hale getirmiştir. Bağ unsuru burada yöneticilerin şeriata uymayarak işledikleri hırsızlık ve benzeri günahlardır ki, başta bulunanların bu amelleri, eli ayağı bağlayan kıl, inançsızlığın ve günahların bedenlenmiş şekli olarak yorumlanabilir. 

Yine günahların bağlayıcılığı ve bir ip özelliği göstermesi, Humeze suresi 9. ayetin açıklamasında da ön plana çıkar. Burada, hırsızlık, ip, zincir, bağlanma ve ölüm birlikteliği dikkat çekicidir:

 Ey örtülen, çekilen direklerden, ipten, zincirden veya aleyhim‟de cer harfinin zamirinde hâl ifade eder. Ne şekilde kapatılır, kilitlenir? “Fı amed mumeddedet n”: Örterek uzatıp gelen ipten zincir olduğu hâlde. Ne gibi? Takdir edilmiş, imbikten çekilmiş gibi. Öyle imbikten çekilmiş ki, onun ile hırsızlık yapmış adamı bağlayıp asar gibi. Böyle insanların ayaklarını bağlayıp ellerinde ateşten kelepçeyle, boğazlarına ateşten tunç takıp ateşten sandığın içinde, Veyl deresinin kapısını örtüp ömrünün kapısının üzerine uzatıp bağlar (Topcu, 2021: 60,61). Bu ifadelerde inançsızlık ve günahların ebedi bağlayıcılığı açıklanır.

2.3 Destanın sembolleri üzerine bazı tespitler

Destanda yer alan insan bedeni, aile ve toplum yapısı benzerliklerinden kurulan semboller üzerinde duracağız.

 Tasavvufta saç kesrettir, saçtan kurtuluş yani kellik arınmışlığa işaret eder. Bu durum, kötülüklerden arındırma ve dünyevî arzulardan uzaklaşmayı ifade edilebilir (Şimşek, 2017: 47). Keloğlan, aklını kullanarak, şansıyla veya olağanüstü yardımcılarla başarıya ulaşır. Otoriteyi arkasına almadan aklı ön plana çıkarması önemlidir. O, kötüleri cezalandırır, iyileri mükâfatlandırır. Tasavvufî çevrelerde çocuklara keçeli (kel) oğlan denilir (Şimşek, 2017: 51). Hz. Ali‟ye, saçlarının dökülmüş olması nedeniyle kel denildiği belirtilir (Yıldırım, 2006: 43). Buradan hareketle dinî-tasavvufî çevrelerdeki Keloğlan‟ın Ehl-i Beyt‟i ifade ettiği söylenebilir. Kelliğin saç-sakal zıtlığı üzerinden dünya-ahiret zıtlığını temsil ettiği düşüncesindeyiz. Bu düşüncemizi saç ve sakalın fonksiyonlarına dikkat ettiğimizde Keloğlan ve Köse ikileminde belirginleştiğini görürüz. Saç, doğumla birlikte sahip olduktan sonra yaşlandıkça insandan uzaklaşan değerlere benzetilir. Bunlar verasetle gelen iktidar vb. dünyevî değerlerdir.

Sakallar ise buluğ yani mükellefiyet yaşına gelmekle birlikte ortaya çıkar ve ölünceye kadar korunur. Fonksiyonlarına dikkat edildiğinde mükellefiyet yaşına gelmekle birlikte, yüzde çıkmaya başlayan sakalın dinî ve uhrevî değerlerin simgesi olduğunu ve köse-kel tezadının saç-sakal sembolizmiyle dünya-ahiret karşıt yapılarını ifade ettiğini söyleyebiliriz. Bu sembolizmi Keloğlan-Köse masallarının ana örgüsüne dikkat ettiğimizde açıkça görürüz. Keloğlan‟ın babası yani dünyevî iktidarı yoktur, annesiyle yani halkla hemhâldır. Kösenin de annesinden pek bahsedilmez. Keloğlan; padişahlar padişahının kızıyla yani Allah‟tan gelen vahiy/söz ile evlenince yani birlikte olunca bütün dertlerinden kurtulur ve artık hiçbir eksikliği problem değildir. Dikkatle bakıldığında Keloğlan tiplemelerini konu edinen masalların ana örgüsünün dini-tasavvufi semboller bütünüyle kurulmuş olduğunu görebiliriz. Bu yönüyle bakıldığında dinî semboller, destan sembollerini çözümlemede yol gösterici olabilir.

 Ayrıca gökten bakışla, yerdeki her hareket, iş ve eylemlerin her birinin bir kıl görünümüne sahip olduğu fark edilir. Saç, bir ucunun kontrolü bize bağlı, diğer ucu sonsuz hareket edebilmesi imkânlarıyla; cüzî irade ile ilahî takdire bağlı yapabilirlik arasında benzerlik kurulmuş; sınırsız hayaller, meyiller ve arzulardan doğan iş ve eylemlerin simgesine dönüşmüştür. Benzer anlam dik saçlı insanların, asi ve sinirli bir mizaca sahip olduğu inanışında da görülür. Başın üst kısmındaki dik saçların yere/yerele bağlı olup yukarıyla irtibatı olmaması nedeniyle yerele bağlı olmakla birlikte, göksel ve kutsaldan bağını kesmiş kişileri simgeleyebilir. Yine saçların, zamanla siyahtan beyaza dönüşü, dökülmesi, başın çeşitli yerlerinde bulunması, dik ve yatay durması vb. fonksiyonlarla, birçok bilinçdışı anlamın göstergesi olduğu söylenebilir.

Baş kelimesinin sözlükte geniş bir anlam yelpazesine sahip olduğu görülür: Kafa, ser; bir topluluğu yöneten kimse. Başlangıç, temel, esas, arazide en yüksek nokta; Bir şeyin toparlakça ucu, uçlarından biri; Kasaplık hayvanlarda ve bazı yiyeceklerde adet; Sarraflık hakkı: Bir şeyin yakını veya çevresi; Önem veya yönetim bakımından ileride olanı, en önemli, en üstün anlamlarında birleşik kelimeler yapan bir söz; güreşçilerin en yüksek derecesi; teknelerinin önü (Akalın, 2005: 125).

 Baş kelimesinin bu anlamlarında bizim için en önemlisi, lider anlamına gelen ve toplum yapısı ile insan vücudu benzerliğinden üretilmiş olan bir topluluğu yöneten kimse manasıdır. Sosyolojik yapının insana benzetilmesiyle, yöneticilerin de başa teşbihi neticesinde; baştaki organlar olan saç, sakal göz, kulak, ağız, burun, alın, yüz; yönetim birimleriyle benzeştirilir. Vücudun diğer kısımları olan boyun, gövde, kollar, eller, bacaklar, ayaklar ve parmaklar ise toplumun yönetilen bölümlerine benzetilir. Akıl, yönetime hâkim unsurdur; kalp ve duygusallık ise halkın özelliğidir. Özellikle eğitim terminolojisinde akıl ve kalp birlikteliği, yönetici-halk birlikteliğini yani milli birliği simgelemektedir.

Toplum, ilahî şeriatla kirlerinden/günahlarından arınıp temizlenir, şeytanî sihirli bağlarından kurtulur, canlanır ve mükemmelleşir. Türkçemizde “Pislik!” ifadesinin anlamına dikkat edildiğinde bu durum açıkça görünür. Dünyanın güzelliklerine aldanıp kendini, belden üstü güzel bir kız (dünya); belden altı da yılan (nefis) olan şahmeranın yuttuğu adamın bir zaman sonra neye dönüşeceği bellidir. Tasavvufi metinlerde, insan vücudunun belden üstü rahmani cenneti ve belden altı şeytani-cehennemi unsurları temsil eder (Topcu, 2021: 98).

 Kâfirler, bir araya gelerek Hz. Yuşa ile nasıl mücadele edeceklerini görüştüler, bir kadın ile ona karşı koyabileceklerine karar verdiler. Kendilerinden bir kadına maddi imkânlar sunarak Hz. Yuşa ile evlendirdiler (Hikâyet-i Şem'ûn, 3755/21: 97a-b). Hz. Yuşa‟nın hanımı, maddi menfaat karşılığı kâfirlerle işbirliği yaptı (Topcu, 2021: 70).

Aile ile toplum benzeşmesinde eş, kahramanın vatanıdır. Kesikbaş hikâyesinde devler, aile reisinin başını keser, hanımını kaçırır ve çocuklarını da yer. Kesikbaş, başı koltuğunda, yardım almak için peygamberin huzuruna çıkar. Hz. Peygamber yardım için Hz. Ali‟yi gönderir. Hz. Ali, yeraltı devlerini öldürerek ona yardım eder. Önceleri kirli akan su kaynakları atık temiz akar. Kesikbaş‟ın önce başı, sonra da karısı çocukları geri gelir, düzen yenilenir (Argunşah, 2002).

 Hz. Ali, ilimin ve askerin simgesidir. Başın kopartılıp sonra geri gelmesinde; yöneten baş le, yönet len vücut le, kadın vatan le, çocuklar, halk le benzeş r (Topcu, 2019: 15). Eğitimle ilgili genel ifadelerden olan akılla kalb n b rleşmes veya ayrışması, aydınla halkın; baş, beyin, gövde kelimeleriyle ifade edilmesi yaygın bir beyan tarzıdır. Yakup Kadri‟nin, halk, siyasi partilerden ümidini kesince “beyinlerinin gövdelerinden ayrıldığını görürüz,” ifadesi de aynı anlamı güçlendirir (Karaosmanoğlu, 1961).

Karısı, bir gece Hz. Yuşa‟yı, bir iple kuvvetli bir şekilde bağladı. Hz. Yuşa, uykudan uyandığında kendini bağlayan ipleri kırıp attı ve karısına ellerimi neden bağladığını sordu? Karısı, onun kuvvetini görmek için bağladığını söyledi. Kadın, olanları kâfirlere haber verdi ve kadın, kâfirlerin sözüyle hareket etti. Kâfirler, Hz. Yuşa‟nın karısına demirden zincir yaptırıp gönderdi. Kadın bu kez uykudayken Hz. Yuşa‟yı zincirle bağladı. Hz. Yuşa, önceki gibi yine zinciri kırdı, attı. Hz. Yuşa‟nın karısı, her durumda olanları kâfirlere haber verdi (Topcu, 2021: 70). Zincir, hiyerarşik üst yönetim yapısının sembolüdür (Topcu, 2019: 367).

 Kâfirler, karısından Hz. Yuşa‟nın nasıl kontrol edilebileceğini kendine sormasını isterler. Düşmanları, Hz. Yuşa‟nın karısının ısrarları sonunda, Hz. Yuşa‟nın saçından kesilen sekiz tüy ile bağlandığında (Topcu, 2021: 71), diğer nüshada ise insan saçı ile bağlandığında kontrol edebileceğini öğrenir (Hikaye-i Şemun, 3755/21: 97b). Karısı, gece uykuda iken, saçından kestiği sekiz tüy ile Hz. Yuşa‟nın ellerini ayaklarını bağlayıp kâfirlere haber verdi. Kadın ile kâfirler yüz dev gibi adamıyla birlikte, Hz. Yuşa‟yı boğazlamaya evine gittiler. Evde büyük bir direk vardı. Hz. Yuşa‟yı o direğe bağlayıp kulaklarını kestiler (Topcu, 2021: 71). Hz. Yuşa‟nın karısının uzun saçları varmış, Hz. Yuşa uyuyunca karısı, o uzun saçlarından bir tutamını kesti ve Hz. Yuşa‟nın elini kuvvetli bir şekilde bağladı. Sonra kâfirlere haber verdi, tüm şehir halkı geldi. Hz. Yuşa uyandı, ellerini zorlayınca kıl bileklerini kesip kemiklerine oturdu fakat kopmadı. Halk Hz. Yuşa‟nın burnunu, kulağını kesti ve gözlerini çıkardı (Hikaye-i Şemun, 3755/21: 97b).

Bu durumda Allah, Hz. Yuşa‟ya vahiyle isteğini sordu. Hz. Yuşa, direğin kâfirlerin üzerine yıkılmasını istedi, Allah duasını kabul etti, direk kâfirlerin üzerine düştü, kâfirler öldü, Hz. Yuşa kurtuldu, kesilen kulakları yerine geldi. Diğer nüshada ise şehrin beyi, köşkünde oturup pencereden olanları izledi. Hz. Yuşa, kâfir elinde mahv oldu, kendini bu durumdan kurtarması için Allah‟a yalvardı. Allah o anda Hz. Yuşa‟nın gözlerini, burnunu ve kulağını geri virdi ve kuvvetini artırınca elindeki saç koptu. Beyin oturduğu köşkün direklerini kopardı, köşk yıkıldı; bey, taş altında kalarak helak oldu. Hz. Yuşa, sonra şehirde ne kadar yapılar varsa hepsini yıktı, kadını yakaladı burnunu kulağını kesti, gözlerini çıkardı ve o kadın mihnetle can virdi. Şehir halkının tamamını öldürdü (Yz A 3755/21: 97b).

Dede Korkut‟ta da benzer bir örüntü vardır. Kadın, arazi, toprak, yurt anlamlarında kullanılır (Eliade, 2003: 243-244). Tepegöz, Aruz kocanın hâkimiyet bölgesinde yani evinde ortaya çıkarak zamanla artan sorunlarla uğraşır. Tepegöz, kadının sütünü sömürür, çocukların burun ve kulağını yer. Süt sağlayıcı kadın, halkı besleyen araçları yani toplum düzeni ve refahını sağlayan araçları simgeler. Burun ise ekonomik döngüyü sağlayan araçların; kulak ise ulaşım ile iletişimin sembolüdür (Topcu, 2019: 360). Gözü kör etme girişimi ise hadım etmeye yöneliktir (Çobanoğlu, 2002: 156). Basat‟ın Tepegözü öldürdüğü hikâyede birinin gözünü kör etme, onun yaşam gücünün ve en hayati yaşam özünün taşıyıcısı ve en stratejik güç unsurları olan yetişmiş gençliğini yok etme girişimi olarak değerlendirilir (Topcu, 2019: 364).

 3. Sonuç

Sembollerin anlamlarını doğru tespit edebilmek adına önce, Hz. Yuşa‟nın tarihi kişiliği ile destani hikâyesinin mukayesesi sonucunda, ilahi emre yani şeriata uymak ile başarı; uymamak ile de başarısızlık arasında keskin bir neden sonuç ilişkisi vardır.

 Bektaşiliğin Yeniçerilerin resmi mezhebi olması ve Hz. Yuşa destanına Bektaşi metinlerinde yer verilmesi ve anlatının konusuna dikkat ettiğimizde; bu destanın askeri başarı ve başarısızlık arasındaki belirleyici unsurlar üzerine yoğunlaştığını görürüz.

Askeri başarı ve başarısızlıktaki belirleyici unsurlar, başta bulunun ve yönetimin simgeleri olan organlardan saç, burun, kulak, göz kelimeleri ile ifade edilmiştir.

 Ayrıca yönetim birimlerini etkisiz bırakan bağlayıcı unsurlar olarak ip, zincir ve saç kullanılmıştır. Destanda saç simgesinin askeri başarı ve başarısızlıkta belirleyici unsur olması, zincirin ve ipin ise saça bağlı olarak şekillenmesi bir simge bütünlüğü içinde çözümlenmiştir. Netice itibarıyla saç; başta ve en üstte bulunmasıyla lidere; zincir: hiyerarşik alt yapı birimlerine; ip ise halka benzetilmiştir. Bunların her bir, sosyolojik yapının bir bölümünü ifade eder. Bu bölümler arasındaki sağlıklı iletişim ilahi şeriatla gerçekleşir. Şeriatın dışına çıkma günaha yönelme, bir ceza ile karşılık bulur. Liderlerin şeriatın dışına çıkışı, kesin yenilgiye ve felakete neden olur. Bu durumu tedavi etmenin çaresi yoktur ancak mucizevi bir ilahi müdahale ile iyileşme olabilir. Zincirle ifade edilen alt yönetim birimleri olan hiyerarşideki bozulma da bağlayıcıdır fakat nispeten bu bozulma kuvvetli bir müdahale ile iyileştirilebilir. Yine halktaki bozulma da bağlayıcıdır fakat bunu tedavi etmek diğerlerine göre daha kolaydır.

Hz. Yuşa destanı ile Basat‟ın Tepegözü Öldürdüğü destan arasında, kullanılan semboller açısından, önemli benzerlikler olduğu görülmüştür. Destanda, insan vücudunun, ailenin, toplum yapısının benzerliklerinden simgeler üretildiğini tespit edildi.

 

Kaynakça 

Akalın, Ş. H., (2005). Türkçe Sözlük (R. Toparlı, Dü.), Ankara: Türk Dil Kurumu. Argunşah, M., (2002). Kirdeci Ali, Kesik Baş Destan,. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. Çobanoğlu, Ö., (2002). Halkbilimi Kuramları ve Araştırma Yöntemleri Tarihine Giriş, Ankara: Akçağ. Eliade, M., (1992). İmgeler Simgeler, Ankara: Gece Yayınları. Eliade, M., (2015). Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi 1 (L. Aslan, Çev.), İstanbul: Kabalcı Yayınevi. Mevdûdî, Ebu‟l-Alâ. Tefhîmü‟l Kur‟ân. Trc. Muhammed Han Kayani. İstanbul: İnsan Yayınları, c. II, 1996 Harman, Ö. F., (2013). Yûşaʿ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 44, s. 43-45. Hikâyet-i Şem'ûn (06 Mil Yz A 3755/21). Ankara Milli Kütüphane Yazmalar. Karaosmanoğlu, Y. K., (1961, 12 16). Senatonun Kararı, Ulus. Seyfi, A. R., (2016). Üçüncü Bab Hazret-i Yûşa' (as) ve Beni İsrail. (M. E. Düzdar, Dü.) Sebilürreşad Mecmuası, 8(183-208), 171,172. Şimşek, E. (2017)., Türk Masallarının Millî Tipi: Keloğlan. AKRA Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi, 5(11), Türk Masallarının Millî Tipi: Keloğlan. Topcu, M., (2019). "Basat‟ın Tepegöz‟ü Öldürdüğü” Hikâyeyi Psikanalitik Yaklaşımla Okuma . Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, 18(69), 354-372. Topcu, M., (2021). Kitâb-ı Muğrib Hacı Bektaş-ı Veli,. Ankara: Grafiker. Yıldırım, E., (2006). Celal Aynasında Bir Potre: Hz. Ömer. Diicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 3(1).

10 Kasım 2024

Bundan 100 yıl önce hazırlanan İngiliz istihbarat raporları

 

İngiliz istihbarat raporlarında Mustafa Kemal: Tehlikeli biri, karşıtları desteklenmeli, rakipleri bir araya getirilmeli


  • İrem Köker
  • Unvan,BBC Türkçe

* Bu haber BBC Türkçe'de ilk kez 10 Kasım 2019 tarihinde yayımlandı.

Bundan 100 yıl önce hazırlanan İngiliz istihbarat raporları, İngilizlerin Mustafa Kemal Atatürk hakkında bilgi toplama faaliyetlerinin, Mayıs 1919'da Samsun'a gitmesinin ardından yoğunlaştığını gösteriyor.

İngiliz istihbaratının 1919'un sonlarına doğru yaptığı ilk değerlendirmelerde, Mustafa Kemal ve Anadolu'da başlayan hareket "devrimci ve tehlikeli bir niteliğe sahip" olarak tanımlanıyor.

Belgelerde Mustafa Kemal'in zıtlarının desteklenmesi ve rakibi olan hareketlerin bir araya gelmesinin teşvik edilmesi gerektiği belirtiliyor.

BBC Türkçe, British Library'de yer alan, İngiliz devletine ait artık gizliliği kaldırılmış istihbarat raporlarına ve resmi belgelere ulaştı.

BBC Türkçe'nin ulaştığı belgeler, Ekim-Aralık 1919 arasındaki üç aylık dönemi kapsıyor. İngiliz yetkililerin Londra'daki makamlara ilettiği raporlarda, Mustafa Kemal ve Anadolu'da henüz yeni yeni örgütlemeye başladığı hareketle ilgili değerlendirmeler var.

Belgelerde, mütareke döneminde İstanbul'da bulunan İngiltere Yüksek Komiserliği, istihbarat memurları ve ordu komutanlarının, Londra'daki Savaş Bakanlığı ile Dışişleri Bakanlığı'na gönderdiği raporlar yer alıyor.

Raporlarda, o dönem Türkiye'de bulunan İngiliz yetkililerin, milli mücadelenin halkın desteğini toplamaya başladığı ve Osmanlı İmparatorluğu'nun kaderini belirleyecek olan anlaşmanın ağır şartlar dayatması halinde silahlı mücadeleye geçebileceği uyarıları yapılıyor.

İngilizlere göre, Anadolu'da örgütlenen milli mücadele İzmir'in işgaline doğan tepkiyle beslenerek giderek daha güçlenen bir yapılanma haline geliyor.

Belgeler Sevr öncesine ait

Söz konusu belgelerin hazırlandığı dönem, Birinci Dünya Savaşı sonrasında kazanan İtilaf Devletleri'nin Osmanlı İmparatorluğu ile imzaladığı Mondros Mütarekesi'nin bir yıl sonrasını kapsıyor.

Bu bir yıllık zaman diliminde Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919'da Osmanlı ordusuna mensup bir müfettiş olarak Samsun'a ulaşıyor ve önce Amasya Genelgesi'nin yayınlanmasını sağlıyor, ardından da Sivas ve Erzurum Kongreleri'ni topluyor.

Tarih Vakfı'nın eski başkanı ve İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Ö. Alkan, 1919 yılının anlaşılması için Mondros Mütarekesi'nin imzalandığı 30 Ekim 1918'e bakılması gerektiğini söylüyor.


Mütareke sonrası, İngiliz ordusunun temsilcileri İstanbul, Samsun ve Batı Anadolu'ya konuşlanırken, İzmir Yunan ordusu tarafından işgal ediliyor ve Antalya civarına İtalyanlar asker çıkartıyor. Fransızlar da Adana civarında bir bölgeyi kontrol ediyor.

Prof. Dr. Alkan, 20'nci yüzyılda "en uzun yıl gibi tanımlama yapılacak olsa bunun 1919 yılı" olacağını söylüyor. "Türkiye için de dünya için de her şey yeni başlıyordu, kartlar adeta yeniden dağıtılıyordu. 1919 çok ilginç bir yıldı" diyor.

Alkan, bu dönemde Fransa'nın bir an önce savaşı sonlandıracak bir anlaşmanın yapılmasını istemesine karşın İngiltere'de Türkiye'ye yönelik üç farklı görüşün ortaya çıktığını aktarıyor:

"Bunlardan ilki, Başbakan Lloyd George'un temsil ettiği, Osmanlı İmparatorluğu'nun bir an önce paylaşılması, Batı Anadolu'nun ve Trakya'nın tamamen Yunanlar tarafından işgal edilmesinden yana ve Anadolu'dan Türklerin sökülüp atılmasını savunacak kadar radikal bir bakış açısını savunuyor.

Dönemin Savaş Bakanı Winston Churchill'in temsil ettiği ikinci bakış, radikal bir anlaşmanın Türkleri Bolşevizm'in kucağına itmesinden korkuyor ve daha ılımlı bir anlaşma yapılmasını istiyor.

Üçüncüsü de Hindistan Bakanı Edwin Montagu'nun Hindistan Müslümanlarının tepkisinden çekindiği için bir an önce İstanbul'un Türkiye'de bırakılması ve hilafetin korunmasına yönelik bakışı."

Alkan, İngiliz istihbarat raporlarında "milliyetçi hareket" olarak tanımlanan milli mücadelenin o dönemde "millici hareket" olarak adlandırıldığına dikkat çekiyor.

İlk raporda ismi 'Mustafa Kamil'

Mustafa Kemal özelinde hazırlanan ilk İngiliz istihbarat raporu da 9 Ekim 1919 tarihini taşıyor.

Rapor, o dönem İngiltere'nin işgali altında bulunan Mısır'daki istihbarat birimi tarafından, Fransızlardan alınan belgelere dayanarak hazırlanmış.

"Mustafa Kemal ve milliyetçi (millici) hareket" başlığını taşıyan raporda, bu hareketin ulus çapında İstanbul hükümetine muhalif nitelikte olduğu ve her ne kadar Türkiye'nin toprak bütünlüğünü savunsa da manda sistemine de karşı çıkmadığı belirtiliyor:

"Bu hareket, Yunanistan'ın İzmir işgaliyle başlamış, bunun ardından destek toplamış ve Türk heyetinin Paris'ten dönmesiyle, Yunanların İzmir'de yaptıkları, İtalyanların Antalya'ya çıkması ve Ermeni ile Kürt sorunlarına ilişkin belirsizlikle güçlenmiştir. Hareket, ordunun yardımıyla geniş çaplı bir siyasi direniş olarak kısıtlanmıştır ve daha fazla kışkırtılmadığı sürece silahlı mücadeleye dönüşme ihtimali düşük görülmektedir."

Hazırlanan bu ilk raporda dikkat çeken bir nokta da Mustafa Kemal'in adının "Mustafa Kamil" olarak yazılmış olması.

Ancak, Bağdat'ta bulunan Siyasi Komite'den bir başka yetkili bu rapora ek yaparak, Mustafa Kemal ve amaçları konusunda "iyimser olamadığını" yazıyor:

"Mustafa Kemal'in faaliyetleri veya niyetleri konusunda, ne yazık ki iyimser bir görüş takınamamaktayım. [Kuzey Irak'tan] gelen raporlar ve İstanbul hükümetinin elinin altındaki gerçeklik düzeyi yüksek bilgiler, bu hareketin tehlikeli bir nitelikte olduğunu ve askeri boyut kazanabilecek şekilde bir kargaşayı kışkırtma olasılığı hiç de düşük değildir.

"Siyasi hareketlerin baskıyla yok edilmediğine katılmakla birlikte, baskı uygulamanın ne adil olduğunu ne de elimizdeki tek silah olduğunu düşünüyorum. Zıtlarının bir araya gelmesi teşvik edilmeli ve rakibi olan hedefler yerine getirilmelidir."

İlerleyen dönemlerde yazılan raporlarda ise savaşı sonlandıran bir anlaşma olmamasına karşın yabancı devletlerin işgallerinin halk üzerindeki etkilerine ve Mustafa Kemal'in Anadolu'daki örgütlenmesinin boyutlarına ilişkin detaylı değerlendirmeler yapılıyor.

İzmir'in işgalinin etkileri

Prof. Dr. Alkan, 1919'un ikinci yarısıyla birlikte İtilaf Devletleri tarafından Mondros Mütarekesi'nin özellikle 7'nci maddesi kullanılarak, savaşı sonlandıran bir anlaşma yapılmadan Türkiye'nin fiili işgaline başlandığına dikkat çekiyor.

Alkan, özellikle Yunan ordusunun İngiltere'nin desteğiyle 15-19 Mayıs 1919 tarihlerinde İzmir'i işgal etmesini "hem Türkiye hem milli mücadele hem de Mustafa Kemal'in liderliği açısından dönüm noktası" olarak tanımlıyor.

İzmir'in işgalinin milli mücadelenin örgütlenmesi ve halk desteği toplaması üzerinde oynadığı kritik rol İngiliz istihbarat raporlarına da yansıyor.

İngiltere Yüksek Komiseri John de Robeck'in Dışişleri Bakanı Lord Curzon'a 28 Ekim 1919 tarihinde yazdığı raporda, savaşı sonlandıracak anlaşmanın Osmanlı Devleti için "ağır olması muhtemel şartlarının" uygulanmasının İzmir'in işgalinden önce çok daha kolay olacağı değerlendirmesini yapıyor:

"Mütareke ile ezilen ve yenilgiye uğratılan Türkiye, varlığını korumaya yönelik ufacık bir umut dışında her şeyden vazgeçmeye hazırdı.

Geniş halk kitleleri maliyetinden bihaber oldukları barış ve güvenliği arzuluyordu. Doğal olarak İstanbul enkazdan neleri kurtarabileceğini düşünmeye başlamıştı. Bu dönemde (İzmir'in işgaline kadar) barış anlaşmasının şartlarını uygulamaya koymak kolay olurdu."


Yine aynı raporda, İzmir'in işgali "o zamana kadar uyuşuk bir şekilde sağa sola giden karıncaların yuvasının dağıtılmasına", milli mücadelenin liderleri de o ana kadar "her an dayak yemekten korkan yaramaz oğlanlara" benzetiliyor.

İzmir işgalinin "direnişi başlattığına" dikkat çekilen raporda, "Mustafa Kemal, Mayıs ayında (1919 yılı) müfettiş olarak Samsun'a gönderildi. Smyrna'da (İzmir'de) uykuda yakalanan Türkler canlandı. Bir Ermeni devletinin kurulacağını düşünmek için çok neden vardı ve birçokları da bir Pontus Rum devletinin oluşacağınu konuşuyordu. Ordu da yeni bir darbeyi engellemeye kararlıydı. Mustafa Kemal gelir gelmez bu bölgeyi hareketlendirmek için faaliyete geçti. İtilaf Devletleri'nin kontrolü dışında kalan Amasya'yı karargah olarak belirledi. Bu hareket devrimci ve tehlikeli bir niteliğe sahip gibi görünüyor" deniliyor ve şöyle devam ediliyor:

"Bu zamana (İzmir'in işgaline) kadar bu hareketin liderleri her an dayak yemekten korkan yaramaz oğlanlar gibiydi. İtilaf kuvvetlerinden herhangi bir muhalefetle karşılaşmayınca ve Merkezi Hükümetin gereksizliği ve muhtemelen işbirlikçiliği de fark edilince daha çok ön plana çıkmaya başladılar. Bitkin ve yozlaşmış İstanbul Hükümeti'nin Türkleri temsil etmediğini, Türkiye'yi mahvettiğini düşünüyorlar ve kendilerinin Türkleri temsil ettiğini, ülkeyi de yönetebileceklerini göstereceklerini söylüyorlar."

Bundan birkaç gün önce, 20 Ekim 1919'da İngiltere'nin Karadeniz Ordusu Başkomutanı General Sir George Milne'nin Savaş Bakanlığı'na gönderdiği, oradan da Dışişleri Bakanlığı'na aktarılan bir istihbarat raporunda, Mustafa Kemal ve destekçilerinin olmazsa olmaz olarak tanımadığı üç konunun İzmir, Ermenistan ve Trakya meseleleri olduğu belirtiliyor:

"İzmir meselesi önemli. İzmir'de yaşananların o kadar büyük etkisi oldu ki, (Yunan güçlerinin) buradan ayrılması ve Türkiye'ye iade edilmesi artık her Türk'ün en önemli talebi haline geldi.

"Ermenistan meselesinin en kritik noktası, çok az Ermeni'nin kalmış olması ve bağımsız bir Ermenistan kurulması için yapılacak daha büyük planların çok büyük askeri güç gerektirmesi. Bu konuda çok yoğun duygular var. Damat Ferid'in Kabinesi bile çok sert talimatlar yayınlayarak, hiçbir Ermeni'nin geri dönmesine izin verilmeyeceğini ilan etti.

"Trakya meselesiyle ilgili yapılması düşünülen ayarlamaların milliyetçi hareket tarafından kabul edilemez olarak değerlendirileceğini gösteren herhangi bir gösterge yok."

Bu dönemde yazılan raporlarda, İngiliz istihbaratının ağırlıklı olarak iki şekilde bilgi topladığı anlaşılıyor. Bunlardan ilkini, milli mücadeleye bağlı olduğu bilinen kişilerin iletişimlerinin dinlenmesi, ikincisini de İngiliz istihbarat ajanlarının sahada çeşitli kişilerle yaptıkları görüşmeler oluşturuyor.

Milli mücadele mercek altına alınıyor

1919 yılının sonlarına doğru, İngiliz istihbaratının da giderek daha çok Mustafa Kemal ve milli mücadeleyi mercek altına almaya ve Londra'ya uyarılar yapmaya başladığı görülüyor.

Yazılan ilk raporlarda Atatürk'ün adının dahi doğru yazılmadığını aktaran Alkan bu durumu, "Yerinden gelen istihbarat raporları Kemalist hareketi, milliyetçi hareketi, direniş hareketini az çok doğru teşhis eden bilgilere sahip. Fakat öte yandan bunların Londra'da nasıl yansıdığına baktığımızda, bunun ciddi şekilde ele alınmadığını görüyoruz" diye anlatıyor.

Raporların yazıldığı dönemde henüz Soyadı Kanunu çıkmadığı için daha sonra Atatürk soyadını alacak olan Mustafa Kemal'den bu isimle ya da Mustafa Kemal Paşa olarak bahsediliyor.

Robeck'in Dışişleri Bakanı Lord Curzon'a yolladığı raporda, yapılacak anlaşmanın uygulamaya sokulmasının her geçen gün daha da zorlaştığı belirtiliyor:

"İstanbul'da doğan ve Erzurum'da yuvalanan milliyetçi hareket, Yunan Bölgesi dışında Anadolu'nun tamamını kontrol edecek kadar genişledi ve Trakya'nın da önemli bir bölümünde varlık gösteriyor. Bazı Kürt, Arap ve Tatarların da sempatisini topladı. Merkezi Hükümet, İstanbul'da bir ilçe belediyesine, Milliyetçiler ile İtilaf Devletleri arasında aracıya dönüştü.

"Şu ana kadar her şey yolunda ancak Türkiye'ye sıkıntı yaratacak bir barış teklifi yapıldığında madalyonun diğer yüzü de ortaya çıkacak. Milliyetçiler örgütleniyor, moral topluyor, takibat yapıyor, eleman devşiriyor, para topluyor ve Türkiye'nin bölünmesine ya da yabancı devletlerin kontrolü altına girmesine karşı çıkmak için uyuşuk insanları canlandırmaya çalışıyor. Şu ana kadar da başarı sağladılar. Her geçen gün barış anlaşmasının uygulamaya sokulması daha da zor bir hal alıyor."

Mustafa Kemal ve askerler

Kaynak,Getty Images

Fotoğraf altı yazısı,Mustafa Kemal, askerleri denetliyor

Prof. Dr. Alkan, İngiltere'nin Osmanlı ordusunun dağıtılmış ve silahlarına da el konulmuş olmasından dolayı bir silahlı direniş olabileceği yönünde bir beklentisi olmadığına ancak 1919 yılının ortalarından itibaren bu ihtimali "doğru şekilde tahmin eden" istihbarat memurlarının olduğuna dikkat çekiyor.

Alkan, "Bu istihbarat memurlarının ilk gözlemlediği konu Türkiye'deki direniş hareketinin çok meşru bir yoldan kendisini ifade etmeye başladığı yönünde ki o meşru yol parlamenter yol. Bu durum, elbette parlamentonun doğduğu ülke olmakla övünen İngiltere için bir sürpriz. Kendisine karşı verilecek mücadele de seçim ve parlamento aracılığıyla verildi" diyor.

General Milne'nin hazırladığı raporda da benzer değerlendirmeler yer alıyor. Raporda, millici hareketin Türkiye'de kamuoyunun desteğini topladığı ve destekçilerinin de önemli pozisyonlara getirilmeleriyle bu desteğin giderek arttığı belirtiliyor.

Milne, millici hareketin o dönemde silahlı direniş fikriyle "flört ettiğini" ifade ediyor:

"Bu yolu tercih etmeleri durumunda ateşle oynamış olacaklarının ve felakete yol açacaklarının farkındalar. Ancak silahlı mücadele fikrini Barış Konferansını etkilemek için istiyorlar. Zira halkın bildiği tek örgütlenme biçimi de bu.

"Barış Konferansı'nda Türkiye için çok ağır sonuçlar doğuracak kararların alınması ve İstanbul'daki yöneticilerin isyankarları kontrol altında tutamaması halinde millici hareket, İtilaf Devletleri'nin askeri planları üzerinde büyük etki yaratır. Halk silahlı ve ilk kez birlik olmuş durumda. Milliyetçi bir ayaklanma olması halinde kullanılması gereken askeri gücün boyutlarını hesaplamak zor."

Gayrimüslimler istihbarat raporlarında

Bu dönemde yazılan istihbarat raporlarında öne çıkan bir diğer konu da Anadolu'daki Hristiyanların güvenlik kaygıları.

Anadolu'da başlayan örgütlenmenin İngiliz istihbarat raporlarında "mülteci" olarak tanımlanan, Birinci Dünya Savaşı sırasında yerinden edilmiş kişilerin geri dönebilme ihtimalini düşürdüğüne dikkat çekiliyor.

General Milne'nin raporunda, Anadolu'da kalan Ermenilerin sayısının azalmış olmasının, Ermenistan devletinin kurulma ihtimalini azalttığı vurgulanırken, 12 Kasım 1919'da bir istihbarat memurunun Bursa'dan hazırladığı raporda da, mülkiyeti Ermenilere ait olan ancak daha sonra Türklerin yerleştirildiği gayrimenkullerin iadesiyle ilgili kurulan komisyonların çalışmalarına da yer veriliyor.

Bu raporda, "Bilecik'te belediye başkanının başkanlığında iki Ermeni ve iki Müslüman'dan oluşan Karma Komisyon, 15 Nisan ile 4 Ekim 1919 arasında 100 tane dosyayı inceleyip sonuca başladı. Türk mültecilerin yerleştirildiği mülkiyeti Ermenilere ait evlerin geri verilmesine yönelik yüzlerce dosya ile doğrudan yerel yetkililer ilgileniyor ancak normal olarak iade edilen binalar çok acınası ve harap durumda olduğundan içinde oturulamayacak durumda bulunuyor. Bu kasabadan sürgün edilen yaklaşık beş bin Ermeni'nin beşte biri geri döndü, diğerlerinin kaybolduğu düşünülüyor" değerlendirmesi yapılıyor.

Belge fotoğrafları

Raporlarda, Ermeni ve Yunanların güvenlik kaygısı taşımaya devam ettikleri ancak milli mücadele liderlerinin gayrimüslimlerin korunmasının "kendi çıkarlarına olacağının farkında oldukları için" gerekli güvenlik teminatlarını verdikleri belirtiliyor.

28 Ekim'de Yüksek Komiser Robeck'in hazırladığı raporda konuyla ilgili şu değerlendirmeler yapılıyor:

"Yunan ve Ermeni liderler, Amerikalı Misyonerlerin de desteğiyle katliam olacağı öngörüsüyle koro halinde bağrışıyorlar. Mustafa Kemal de aynı öngörüyü fark etmiş ve bunu engellemek için adımlar atmış gibi görünüyor. Samsun'daki Kontrol Memuru, Mustafa Kemal'in teminatlar verdiğini ancak Hristiyanların gereksiz yere kaygılı olduklarını bildirdi.

"Milliyetçiler, Hıristiyanları koruyor ve dışarıdan gelen yardımlara ve müdahalelere karşı çıkıyor. İngilizlere karşı gücü ve giderek daha da güçlenen, ancak diğer İtilaf devletlerine karşı daha az boyutlarda olan bir kırgınlık hissediliyor. Milliyetçiler yerel halkla çok fazla temas edebilmiş değil. Sürekli olarak Hıristiyanların korunmasına dair yapılan açıklamalar tamamen siyasi nitelik taşıyormuş gibi görünüyor. Türklerin bu konudaki eğilimleri ve içgüdüleri katliam yapılması yönünde. Milliyetçiler savaşmayı tercih ederse Hıristiyanların da katledilmeleri muhtemel."

Savaş sırasında İngiltere ile ilişkiler

Hazırlanan raporlarda yanıtı aranan bir diğer soru da Mustafa Kemal ve liderlik ettiği mücadele hareketinin İngiltere'ye bakışı.

İngiliz istihbaratının hazırladığı raporlarda, milli mücadeleye destek veren yayınlarda çıkan İngiltere veya İngiliz mandasını savunan İngiliz Muhipleri Cemiyeti karşıtı yazıların da özetlenerek Londra'ya iletildiği görülüyor.

24 Ekim 1919 tarihinde İngiltere Yüksek Komiserliği'nin yazdığı raporda, Erzurum'da yayınlanan ve milli mücadeleye destek veren Albayrak gazetesinin İngiliz politikalarına ağır eleştiriler yönelttiğine dikkat çekiliyor:

"Millici hareketin propaganda gazetelerinden Albayrak gibi yayınlar eski kabinenin millici harekete karşı koymak için İngiltere hükümetinden rüşvet aldığı yönündeki düşünceyi inandırıcı kılmak için önemli çaba gösteriyor.

"Bunun örneklerinden biri Mustafa Kemal'in bir Amerikan radyosuna verdiği mülakat. Paşa, Türkiye'yi yok etmek için İngiltere'nin parasının kullanıldığını ve kendisi ile arkadaşlarının elde ettiği kesin bilgilere göre, İngilizlerin eski içişleri bakanına 150 bin sterlin verdiğini söylüyor."

Prof. Dr. Alkan da, İngiltere'nin bu süreç boyunca daha sonra Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Ankara merkezli olan milli mücadeleden çok, İstanbul'daki Osmanlı hükümeti ile arasının daha iyi olduğuna dikkat çekiyor.

Alkan, İngiltere'nin 1920 yılında İstanbul'u fiilen işgal etmenin İngilizlerin yaptığı bir başka hata olduğunu belirtiyor.

Alkan, "İngiltere şöyle düşünecek: İstanbul'u işgal edersek Osmanlı hükümetini bizim istediğimiz koşullarda barışa zorlayabiliriz. Ama ummadıkları ve beklemedikleri konu hemen Anadolu'da İngilizlerin ulaşamayacağı bir yerde yeni bir parlamentonun açılması ve bütün milli mücadelenin dünya tarihinde çok ender görülen bir şekilde bu parlamentoyla yürütülecek olması. Bütün komutanlar bir yandan cephede savaşacaklar, bir yandan parlamentoda gelip hesap verecekler" diyor.

Alkan, İstiklal Savaşı'nın sonuna kadar geçen süre içerisinde İngilizlerin Ankara hükümeti ile hem resmi hem de gayriresmi temaslar kurarak uzlaşma arayışına girdiğini ancak son olarak Fethi Bey'in 25 Ağustos 1922'de yaptığı ziyarette Londra'nın uzlaşmaya yakın olmadığını bildirmesi üzerine Büyük Taarruz'un başlatıldığını ifade ediyor.

Alkan, "Sonuçta bütün bu savaş sürecinde İngiltere ile Ankara hükümeti arasındaki ilişkiler hiçbir zaman sıcak olmadı. Tam tersine İstanbul hükümeti ile çok sıcak oldu. İngilizler, milli mücadele ile sıcak ilişkisi olan Ali Rıza Paşa kabinesini bile istifa ettirdi, yerine Damat Ferid Paşa hükümeti geçti ve Sevr Antlaşması'nı imzalayan hükümet oldu. Bunu da hatırlamak gerek" diyor.

(Alıntı)

Kaynak Adres: https://www.bbc.com/turkce/articles/cx2y8pzxev6o

UYARI

Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk yorumu gönderene aittir.