28 Ocak 2019

YEZİDİLER, EZİDİLER VEYA ADEVİYYELER



Ezidilik, Ortadoğu’nun kadim dini geleneklerinden birisidir. Anavatanı Kürdlerin yoğun olarak yaşadığı Mezopotamya diye adlandırılan coğrafyadır. Günümüzde, Irak Federal Kürdistan Bölgesi, Türkiye, Suriye, Ermenistan, Gürcistan, çeşitli Avrupa ülkeleri ve Rusya federasyonu sınırları içinde yaşıyorlar. Eskiye nazaran nüfusları çok azalmış. Ezidi kaynaklarına göre, şu anda bütün dünyada, Irak Federe Kürdistan Bölgesi’nde 400-450 bin, Suriye’de 15-20 bin, Türkiye’de binlerle ifade edilecek küçük bir nüfus, Rusya Federasyonu’nda 150-180 bin, Avrupa’da 60-75 bin olmak üzere toplam 750 bin Ezidi yaşamaktadır.
Avrupa’daki nüfusun büyük çoğunluğu Türkiye’den gidenlerdir, dolayısıyla buradaki Ezidilerin hemen tümü Türkiyelidir. Dünyadaki toplam Ezidi nüfusun yarısından fazlası Irak Kürdistanı’ndadır. Musul’a bağlı Ninova ve Duhok’a bağlı Şengal bölgeleri barındırıyor bu nüfusu. Ezidiler Kürt’tür. Hemen hemen tümü Kürtçe’nin Kurmanci lehçesinin Botan şivesini kullanıyor. Bunun yanında Ninova’da bulunanların bir kısmı şu anda Arapça da konuşuyor.
Ezidi inanç sisteminin kurucusu ve peygamberi olarak kabul edilen Şeyh Adi bin Musafir, aslen Hakkârili olup Lübnan’a göçmüş bir ailenin çocuğudur. 1072 yılında Baalbek’te doğmuştur. Musul’un kuzeyinde yer alan Laleş Vadisi’ndeki eski bir manastırı bir dergâha çevirdi, bu dergâhta birçok mürit yetiştirdi, kimin yazdığı hâlâ kesinlik kazanmamış, dünyanın en kısa kutsal kitabı olarak kabul edilen ve tamamı Kürtçe olan Mishefa Reş’i (Kara Kitap) kutsal kitap belledi ve 1162 yılında vefat etti. Şeyh vefat ettikten sonra Laleş’teki tapınakta gömüldü, bu tarihten itibaren Laleş tapınağı, Musul, Hakkâri, Botan Çayı, Cizre, Nusaybin, Mardin, Van, Kafkaslar ve Urmiye’de bulunan Kürt aşiretleri içinde yaygınlaşmış olan Ezidi inancına sahip herkes için bir hac mekânına dönüştü.
KUTSAL VADİNİN GİZEMİ
Her yıl 6-13 Ekim günleri arasında Laleş’te büyük Ezidi buluşması yaşanır. Bunun adı “Cema (Toplanma) Bayramı”dır. Şeyh Adi’nin türbesine yapılan hac ziyareti, onlar için hem dini, hem de milli bir vazifedir. Bu tören sırasında, şeyhin sandukasına yüz sürüp üç kez tavaf eden her Ezidi hacı olmuş sayılır. Şeyhin türbesine, Sırat Köprüsü denilen bir köprüden geçerek ulaşılır.
Türbenin içinde bir pınar var. Pınarın adı “Akpınar”dır (Kahniya Sipî). Bu pınarın suyuna zemzem suyu adı verilir. Çocuklarını bu pınarın suyuyla vaftiz ederler. Hac vazifesi, bir tören şeklinde yerine getirilir. Vadi boydan boya, kocaman dut ağaçlarıyla çevrilidir ve her dut ağacına bir büyük dini şahsiyetin adı verilmiştir. Bu ağaçlar teker teker ziyaret edilir. Vadide bulunan ağaçların tek dalını bile kesmek, günahların en büyüğüdür. Kutsal vadinin hiçbir yerinde ayakkabı ile dolaşılmaz. Burada zinhar cinsel ilişki kurulmaz. İçki içilip sarhoş dolaşılmaz. Kem gözle kimseye bakılmaz. Ziyaret boyunca her türlü kötülükten arınır insan, pür iyilikle dolar.
Ezidiler, tarih boyunca aldıkları yaraların acısını dindirmek istercesine seher vakti, güneşin ilk ışıkları vadiye vurur vurmaz, yüzlerini güneşe çevirip dua etmeye başlarlar. Sonra Şeyh Adi’nin türbesinin kapısında sıraya geçerler. Türbenin kapısında dizilmiş olan din adamları şeyh, pir, kaval (qewal) ve fakirlerin (feqîr) ellerini öpüp durmadan kavilleri okurlar. Kaval ve fakirlerin çaldıkları bendirler ve okudukları kaviller eşliğinde dans ederler. Güneş batarken de, tekrar hep birlikte yüzlerini güneşe çevirip içlerinden geçenleri kavil ve dualarla güneşe anlatırlar. Sabah ve akşam günde 2 kez kılınır namaz. Sabah namazında, güneş belirli bir sarılığa ulaştıktan sonra, güneşe karşı durup 3 defa eğilmek (rükua varmak) suretiyle kaviller okunur. Akşam güneş batmaya yüz tuttuğunda da aynı hareket tekrarlanır.
Ezidilik hiçbir dinin, felsefenin kolu ya da devamı değildir. İçinde Mezopotamya’da bulunan bütün dinlerden, felsefelerden, inançlardan birer parça barındırır. Hıristiyanlıktan vaftiz ve İsa’nın yeniden doğacağı inancını, Zerdüştlük’ten düalizm ve ateşin kutsallığını, İslamiyet’ten hac, oruç, namaz, sünnet ve kurbanı, Alevilik’ten ahret kardeşliğini (birayê axretê),Şamanizm’den dans ve zikir törenlerini aldığını söylerler konunun uzmanları.
EZİDİ KELİMESI NEREDEN GELİYOR?
Son IŞİD saldırısına kadar Türkiye’deki yazılı ve görsel basında isimleri hep “Yezidi” olarak geçti. Kürtçe kavramların doğru yazılmasına özen göstermeyen basın, ne olduysa son günlerde dil değiştirerek isimlerini gerçek biçimiyle “Ezıdi” olarak yazmaya başladı. Aslında isimleri konusunda, Batılı misyonerler tarafından keşfedildikleri günden bugüne bu karışıklık hep sürdü. Kimin onlara ne dediği önemli değil, önemli olan onların kendilerine ne dediği...
Kürtçe bilen hiçbir Kürt’ün ağzından, onları tanımlarken “Yezıdi” kelimesi çıkmaz. Onlar ve Müslüman Kürtler onlara “Êzıdi” veya “Ezıdi” diyor. “Ezıd” kök isimdir, “i” eki aitlik bildirir Kürtçe’de. Yani “Ezıdi” derken, “Ezıd’e ait olan, Ezıd kavmine, dinine mensup” demek istiyoruz. Kelimenin kökeni hakkında birçok fikir ortaya atılmış. İran’ın “Yezd” şehrinden geldikleri için bu isim aldıklarını söyleyenlerden, Farsça’daki “Tanrı” anlamına gelen “Yezdan”a, Kürtçe’deki “beni yaratan” anlamındaki “Ezda” kelimesinden, Farsça’daki “Îzed” kelimesine kadar bir yığın değişik fikir bugüne kadar hep tartışıldı. Ama günümüz Ezıdi aydınların en çok rağbet ettikleri isim “Ezıdi” kelimesi. Bu aydınlardan Xelil Cındi Reşo’ya göre bu kelime ilk defa “temiz ruhlar”, “dosdoğru yolda yürüyenler” anlamına gelen “E-zı-di” şeklinde Sümer yazıtlarında kullanılmış.
Gazetemiz yazarlarından Murat Bardakçı ise Yezıdi kelimesinin Kerbela’da Hazreti Hüseyin’i şehit eden Muaviye’nin oğlu Yezid ile hiçbir alakası olmadığını, buradaki Yezid’in kökeninin Farsça’da “Allah’a ibadet eden” anlamına gelen “Îzed” kelimesinden geldiğini, “Îzed” veya “Îzid”in İran’ın eski dini olan Zerdüştlük’te iyilik tanrısı olduğunu, bu tanrının bir başka adının “Hürmüz” olduğunu ve kötülük tanrısı “Ehriman”la mücadele halinde olduğunu, kelimenin Farça’dan Kürtçe’ye “Ezid” şeklinde geçtiğini” söyler ki, bu yorum günümüz Ezıdi aydınlarının da yorumuna çok yakındır. Ben de aynı fikirdeyim.
ŞEYTANA TAPMAZ ONU YOK SAYARLAR
Ezidi inanışında Tanrı, dünyanın koruyucusu değil sadece yaratıcısıdır. O faal değildir ve dünya ile ilgilenmez. O yüzden dünya iktidarını 7 meleğe devretmiştir. Her bin yılda bir melekler insan kılığına girip yeryüzüne iner, yeni bir kanun getirir, giderlerken de geride bir çocuk bırakırlar. İşte o çocuk bir şeyhtir. Tanrı adına yeryüzü nizamını sürdüren bu meleklerin başında Azazil, bir diğer adıyla “Tavus Meleği” (melekê tawûs) vardır. Tavus Meleği, meleklerin en güçlüsü, en iyisidir. Tanrı adına düzeni yürüten yani Tanrı’nın ikinci kişiliğidir. Ezidi inanışına göre, Tanrı Adem’i yarattıktan sonra, bütün meleklerine Adem’e secde etmesini emreder.
Ancak Tavus Meleği, Tanrı’dan başkasına secde etmeyeceğini, çünkü kendisinin ateşten, Adem’in topraktan yaratıldığını söyleyerek secde etmeyi reddeder. Bunun üzerine Tanrı, onu cennetinden kovar, o da 7 bin sene ağlayıp gözyaşı döker, öyle ki döktüğü gözyaşlarıyla cehennemin ateşini söndürür. Tanrı ödül olarak, onu tekrar cennetine kabul eder.
Bu inanıştan, Ezidiler şöyle bir sonuç çıkarmışlar. Tavus Meleği, Tanrı’nın buyruğuna karşı gelerek “kötü” bir şey yaptı. Yaptığı “kötülükle” Tanrı bile baş edemediğine göre, kötülüğü “uyandırmamak” lâzım. Onun için en iyisi, Tanrı’yı bile dize getirebilen kötülük timsalini yok saymaktır. İnsanın karşılaştığı her şey Tanrı’nın isteğine göre olur ve iyidir. Bir şeyi kötü diye nitelendirmek, insanın bakış açısına bağlıdır. Kötülük ve cehennemin olmaması, kendisiyle birlikte cehennemin kapılarını açan varlığı da yok sayar.
Ezidiler, şeytana tapınmayı değil, onun varlığını yadsımayı temel alıyorlar. Tanrıdan sonra en büyük varlık olan Azazil, yani Tavus Meleği, Ezidilerin çevresinde yaşayan Sünni çoğunluk ve Hıristiyan azınlık tarafından kötülüğün simgesi “Şeytan” olarak görüldüğünden, Ezidiler bu yüzden “şeytan” kelimesini hakaret olarak algılamış, bu kelimeyi hayatlarından çekip almışlar. Bundan dolayı “şeytan” kelimesini kullanmaz, bu kelimeyi çağrıştıracak “şat”, “kaytan”, “na’let”, “şin” vb. kelimelerin kullanılmasını yasaklamışlar.
MARUL YASAK, KURU FASULYE HARAM
Ezidi inanışına göre, insan ölür ancak ruhu ölmez, ruh başka gövdelere geçerek varlığını sürdürür. Güneş, ay ve yıldızlar ışık kaynaklarıdır, onun için hepsi kutsaldır. Ateş, nur saçan bir kaynak olduğu için kutsanır ve ona asla tükürülmez. Kutsal kitapları olan “Kara Kitap”ta (Mishefa Reş) bazı yasaklar şöyle sıralanır: “Peygamberin adını çağrıştırdığı için marul yemek yasaktır. Kuru fasulye haramdır. Koyu mavi boya kullanmak, mavi elbise giymek yasaktır. Onu karnında sakladığı için Yunus Peygamber’e saygısızlık olmasın diye, balık yenmez.
Peygamberlerinden birinin sürüsü olduğu için ceylanların etini yemek haramdır. Tavus kuşuna saygısızlık etmemek için ona benzeyen horozun eti de yenmez. Güneş kutsaldır, ışık saçar, ısıtır, hayat verir. Yılan güneş ışığını çok sevdiği için yılan kutsal bir hayvandır, kesinlikle öldürülmez. Beyaz renk kutsaldır; beyaz, saflığın, temizliğin sembolüdür. Onun için Ezidiler, beyaz kıyafetler giymeye özen gösterir. Saç ve bıyık uzatmak, uzatılan saçları örgü yapmak gelenektir. Ezidiler için farz olan dini vecibeler şahadet, namaz (ibadet),oruç, zekât ve haçtır.
Onlara göre Tanrı’nın birçok ismi vardır. Bunlardan en çok kullanılanı ve en güzeli “Xuda” (Hüda) dır. Şahadet, Tanrı’nın sonsuz kudret sahibi olduğunu gösterir. Şeyh Adi ile mürşitleri Sultan Ezit ise Tanrı’nın meleği, yerin nuru ve insanlığın sevincidir. Tavus Meleği, Tanrı’nın meleği ve elçisidir. Ezidiler, kendilerini büyük bir aile olarak görüyorlar. Bu aile kendi arasında “Binemal” veya “Babik” diye ayrılır. Ezidiler birbirini aşiret, kabile, mal ve ocaklar üzerinden tanımaktadırlar.
KATI BİR HİYERARŞİ
Sınıflı bir toplumdur Ezidi toplumu. Katı bir hiyerarşi vardır. Temelini dinden almaktadır. Kan bağına dayanır. Sınıflar arası geçiş mümkün değildir. Toplumu tepeden aşağıya şeyhler, pirler ve müritler oluşturur. Şeyhler ve pirler toplumu yönetir, müritler ise onlara bağlıdır. Bu müritlere göre, Doğu’nun diğer ucunda veya Batı’nın diğer ucunda olsun, müridin yatağında kaç kez döndüğünü bilmeyen bir şeyh, şeyh değildir, bağlılık o derecedir.
Toplum yapısını inceleyen antropologlar ve sosyologlar, tarih boyunca uğradıkları onca kıyıma, gördükleri onca zulme rağmen, toplumun varlığını hâlâ sürdürüyor olmasını, çok sıkı bir şekilde oluşmuş olan bu örgütlenme yapısına bağlarlar. Her mürit, muhakkak bir şeyh, bir pir, bir usta, bir mürebbi ve bir “ahiret kardeşi”ne (birayê axretê) sahip olmak zorundadır. Şeyhler, kendi aralarında Adaniler, Şemsaniler ve Kataniler diye üç bölüme ayrılıyorlar. Bu üç şeyh kastı kendi aralarında evlenemezler ancak her şeyh ailesi kendi kastı içinde evlenebilir.
Örneğin bir Adani şeyhi, ancak Adani bir aileden birisiyle evlenebilir. Pirlere gelince... “Pir” kelimesi Arapça’daki şeyh kelimesinin Kürtçe’deki karşılığıdır. Şeyh aileleri, Şeyh Adi’nin ailesinden gelirler ve bu aileler kendi aralarında evlenebiliyorlar. Bu iki kastın dışında kalan Ezidilerin tümü mürittir. Müritler ancak kendi aralarında evlenebiliyorlar. Hemen hemen hepsi aşiret ve kabileler şeklinde örgütlenmişler. Ezidi toplumu yılın büyük çoğunluğunu bayram, özel günler ve özel ziyaretlerle geçirir.
Êzid, Bêlinda, Hıdır İlyas bayramlarının yanında en büyük bayramları yılbaşıdır. Bu bayram Melekzan, Melek Tavus ve Kızıl Çarşamba (Çarşemba Sor) olarak da bilinir. Doğu takvimine göre nisan ayının ilk çarşambasına rastlar. Bu ay boyunca düğün yapılmaz. Yılbaşı gecesi, Babaşeyh ve meclisinde sema icra edilir. Kutsal Laleş’in her tarafında kandiller yakılır. Ezidilerin ibadet için Müslümanların camisine, Hıristiyanların kilisesine, Musevilerin havrasına benzer özel bir mabedi yoktur. Bir Ezidi için evliyaların mezarı, dağlar, pınar başları, görkemli ağaçların altı gibi kutsallık kazanmış mekânlar, yüzünü güneşe dönüp ibadete durması için mükemmel birer mekândır.
Yaşadıkları yerlerde ziyaret edilebilecek böylesi bir mekân mutlaka vardır, bu mekanlarda tertiplenen şenlik ve festivaller onlar için ibadettir. Yılbaşının bitiminden haziranın sonuna kadar bu mekânlar kafileler halinde ziyaret edilir. Bu ziyaretlere “tavaf” denir.
SANATÇILARDAN EZİDİLERE DESTEK
Meltem Cumbul, Şevval Sam, Engin Günaydın, Bennu Yıldırımlar ve Tülin Özen’in de aralarında bulunduğu 35 sanatçı, IŞİD’in yaptığı katliamın ardından Şengal’e göç etmek zorunda kalan Ezidi halkına destek için kameraların karşısına geçti. “Şengal’e Ses Ver” sloganıyla hazırlanan ve Zeynel Doğan’ın çektiği kamu spotunda, ünlüler şu mesajları verdi:
On binlerce Ezidi göç yollarında. Şengal’e bir ses ver. Ezidi felsefesinde düşmanlık ve kin yoktur. Ezidilerin tanrısı Azda, intikam peşinde koşan bir tanrı değil. Ezidi halkının bize ihtiyacı var. Sakladığın değil, paylaştığın senindir. Katliamdan sonra bir Ezidi şeyhi şöyle der: Güneşi öldüremezsiniz. On binlerce Ezidi göç yollarında, Şengal’e bir ses ver.”









Şeyḫ Adī’siz Yezidîlik: Yezidîlerin Adī b. Musāfir Algısında Yaşanan Farklılaşmalar

14 Ocak 2019

KENEVİR PROJESİNİN ARKA YÜZÜ....


AKP tarımdaki büyük çöküşü kenevir ekerek durdurmayı planlıyor. 19 ilde ekimine izin verilen bitkinin tarımın çöküşünü durduracağı ise oldukça tartışmalı. Bunun ötesinde kenevir, uyuşturucu hammaddesi olduğu için bütün dünyada tartışılan bir bitki zaten.
Keneviri gündeme getiren ilk kişi, hacamat yaptırırken çektirdiği fotoğrafları sosyal medya hesabından paylaşan Akit yazarı Abdurrahman Dilipak oldu. Hacamatı göz tansiyonu için yaptırıyordu, o sırada da yarayı tedavi etmek için “kantaron yağı” kullanıyordu. Sonra kenevir yağı ile de okşatacaktı. Bir tür örtülü reklama benzeyen bu paylaşımın Dilipak’ın tuhaflıklarından biri olmadığı kısa süre sonra anlaşıldı. Kenevir artık iktidarın “milli proje”siydi.
Türkiye’deki cemaatlerin bu bitki ile tarihsel bir tanışıklığı var. Dini ritüellerin önemli bir parçası kenevir. Alkollü içkiler dinen yasak olduğu için, onun yaratacağı eksiklik esrar ile elde ediliyordu.
AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, kenevir ekme kararını üslubuna uygun bir biçimde açıkladı. "Bize dost görünen düşmanlar, ülkemden kenevir üretimini aldı. Şimdi keneviri dışarıdan ithal ediyoruz. Tarım Bakanlığımız bir çalışmanın içerisine giriyor ve yeniden kenevir üreteceğiz" dedi. Bu açıklamanın ardından AKP’li bir yazar, kenevir ekiminin “milli proje” olduğunu açıkladı. Proje hayata geçirilince Türkiye 100 milyar dolar elde edecekti. Halbuki kenevirin dünyadaki toplam piyasası 4 milyar dolar civarında. 100 milyar dolara çıkarmak, ancak kenevirden uyuşturucu üretilirse mümkün olabilir.
ZATEN YASAK DEĞİLDİ
Türkiye'de kenevir üretimi, yaygın kanının aksine, yasak değil. Ekim 2016'da çıkan yönetmelikle Türkiye'nin 19 ilinde Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'ndan izin alınması koşuluyla, kenevir üretilebilmeye başlanmıştı. Bu illerde ekimi yapılan erkek kenevir, plastiğin ham maddesi olan doğada çözülebilir organik biyopolimer üretiminde kullanılıyor. Petrol türevi ürünlere alternatif bir madde ancak henüz yeterince yaygınlaşmış değil. Türkiye’de yasaklanan bitki ise kenevir değil haşhaş bitkisi.
Haşhaş ekimi 1933 yılında 17 ille sınırlandırıldı ve kontrol altına alındı. 1938 yılında Toprak Mahsulleri Ofisi kurularak, uyuşturucu maddelerin tekeli bu kuruluşa verildi. 1960 yılında haşhaş ekim izni 42 ile çıkartıldı. 1970 yılında ABD ve Avrupa’nın yoğun baskısı sonucu ekim alanı azaltılarak 7 ile düşürüldü. Baskının sebebi ülkelerine giren uyuşturucu hammaddesinin Türkiye’den sağlandığı yönündeki bilgileriydi. ABD Türkiye’yi ambargo uygulamakla tehdit edince baskılara dayanamayan 12 Mart Cuntası Başbakanı Nihat Erim 1971 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile ülkede ki haşhaş ekimini tamamen yasakladı.
Kenevir ekiminin sınırlanmasının arkasında da aynı saik var. Nitekim TÜBİTAK desteğiyle “esrar miktarı azaltılmış kenevir projesi”ne bile girişildi.
1970’li yıllardan farklı olarak, Türkiye uyuşturucu hammaddesi üreten ülke olmaktan uyuşturucu pazarı olmaya doğru sağlam adımlar attı. “Bonzai” türü sentetik uyuşturucuların kullanımı sıradanlaştı. Türkiye'deki 2018 yılı uyuşturucu operasyonlarında 204 bin 780 kişi gözaltına alındı. Dolayısıyla bu maddelerin üretiminin kontrolden çıkması ve Türkiye’yi Afganistanlaşmanın eşiğine getirebilir.
BİTİRDİLER ŞİMDİ BAŞLATMAKLA ÖVÜNÜYORLAR
CHP Genel Başkan Yardımcısı ve TBMM Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonu Üyesi Orhan Sarıbal'a göre ise kenevir uygulanan yanlış tarım politikaları nedeniyle yok edildi. Sarıbal’a göre, zamanla azalan kenevir üretimi AKP döneminde uygulanan tarım politikalarıyla tamamen bitirildi. Kenevir yeniden ekilecekse çiftçinin zarar etmeyeceği bir destek programı geliştirilmeli. Ancak AKP’nin kenevir çıkışından muradın bu olmadığı belli. Erdoğan’ın konuşması üzerine bir açıklama yapan Kırklareli Valisi Osman Bilgin, "Kentimizde kendiliğinden çıkan 2.5 milyon kök Hint keneviri var. Artık bunları yakmayacağız. Kenevir ile ülke ekonomisine katkı sağlayacağız" dedi. Böylece “ekimi yasak” olan kenevirin aslında “kendiliğinden” üreyebildiği de ortaya çıkmış oldu.
BM raporlarına göre Afganistan dünyanın en büyük afyon tedarikçisi olmasının yanı sıra esrar üretiminde de lider. Ülkede her yıl 10 bin ilâ 24 bin hektar alanda Hint keneviri yetiştiriliyor ve bunun 3 bin 500 tonu esrar yapımında kullanılıyor. Raporda bir hektar Hint keneviri yetiştirmenin, bir hektar afyon yetiştirmekten üç kat daha ucuza mal olduğuna dikkat çekiliyor.
Yani AKP’nin kenevir ekip zengin olma planı büyük bir hayalden ibaret. Öyle olsa Afganistan dünyanın en zengin ülkesi olurdu. Kenevir tarımını bitirdiler şimdi yeniden başlatmakla övünüyorlar.
KENEVİR NEYE YARAR?
Esrar, kenevirden elde edilen en yaygın ve en kârlı ürün. Bir tür uyuşturucu olan bu ürün, kenevir otundan (Cannabis) elde edilen maddenin ismi. Yetiştirilmesi oldukça kolay ve maliyeti düşük bir bitki olduğundan yüzyıllar boyu Anadolu’nun köylerinde alkole alternatif olarak kullanılmış. Farklı çeşitleri mevcut. En yaygın tüketilen çeşitleri ot, gubar ve afgan. Bunlar kenevir bitkisinden farklı işlemler sonucu elde ediliyor. Türkiye’de yaygın kullanım biçimi ot halinde. Ot, olgunlaşmış dişi kenevir bitkisi kurutularak elde ediliyor.
(Haber Sol)

Zübeyde Hanım Kimdir?


Saygı ve rahmetle anıyoruz..

Zübeyde Hanım 1857 yılında Selanik’te doğdu. Orta Anadolu’dan göç ederek, Selanik’in batısında Arnavutluk sınırına yerleştirilen yörüklerden, Hacı Sofi ailesinden Feyzullah Ağanın kızıdır. Selanik’te Gümrük Muhafaza Teşkilatında memur olan Ali Rıza Efendi ile evliliğinden beş çocuk sahibi oldu. Fatma ve Ömer’i daha küçükken kaybetti.

1888 yılında Mustafa ilkokuldayken kocasını da kaybeden Zübeyde Hanım, zaman zaman çocukları ile birlikte kardeşi Hüseyin Ağa’nın çiftliğine giderdi. Bu sırada, Atatürk’ün ifadesiyle; iyi kalpli bir insan olan Ragıp Bey’le evlendi. Kızlarından Naciye de çok yaşamadı.

Balkan harbinden sonra, birçok Türk ailesi gibi, kızı Makbule ile birlikte Selanik’ten göç etti ve İstanbul’a gelerek Beşiktaş-Akaretler’de bir eve yerleşti. Milli Mücadele yıllarında Ankara’ya gelen Zübeyde Hanım, 1919’da ayrılmak zorunda kaldığı oğlu Mustafa Kemal‘i yıllar sonra Ankara’da Devlet Başkanı olarak gördü.

14 Ocak 1923’te tedavi amacıyla gittiği İzmir’de 66 yaşında vefat etti.

Eski Türklerde Kadın



Eski Türk toplumlarında kadınların yüksek bir mevkisinin bulunduğuna dair genel kanı vardır. Bazı Türk yaratılış destanlarında kadın, kâinatın yaratılışına sebep olan bir ilham kaynağı olarak görülmüştür.

İlk Türk hakanı olarak bilinen Teoman'a isyan eden oğlu Mete'nin, babasına karşı askerlerinin sadakatini denemek için, her ne kadar eşlerini veya nişanlılarını hedef alarak ok atmalarını emretmesi, dinlemeyenleri idam etmesi, kadınlara yaklaşım açısından olumsuz tavrı gösterse de genelde kadın ile erkeğin bu toplumda eşit haklara sahip olduğu anlaşılmaktadır. 

Ülkenin "birinci hanımı" konumunda olan "hatun"un, şölenlerde, kurultaylarda ve tapınmalarda hemen "hakan"ın sol yanıbaşında durması ve yönetim tarafından çıkarılan fermanlara "hakan ile hatun emrediyor ki." şeklinde başlanması bunun açık belirtisidir. Yönetimde Hakan'ın ortağı olan kadına Türkân adı verilirdi. İki cins arasındaki eşitlik, halk tabakalarında da görülmekteydi. Asya Hunlarından beri kadınların ata binip ok attığı, güreş gibi sporlar yaptığı hatta savaşlara katıldığı bilinmektedir.


Sosyal hayatta oldukça aktif katılım gösteren kadınlar, yerli ve yabancı erkeklerden kaçmamakla beraber namus ve iffetlerine son derece düşkündüler. Bu yüzden fuhuş ve zina nadirdi. Zina toplumda nefretle karşılandığından bu suçu işleyen kadın ve erkeği ortaya çıkarırlarsa, onları derhal iki parçaya bölerlerdi.

Arap seyyahı İbn Fazlan, Seyahatnamesi'nde bu konuyla ilgili ilginç bilgiler vermektedir. Onun gözlemlerine göre Bulgar Türkleri, kadın-erkek hep beraber nehre girip çırılçıplak yıkandıkları halde herhangi bir şekilde zina etmezlerdi. Zina onlara göre en büyük suçtu. 

Zina edenin statüsü ne olursa olsun, yere çakılan dört kazığa el ve ayaklarını bağlayarak onu boynundan itibaren iki parçaya ayırdıktan sonra parçalarını bir ağaca asarlardı. 

Zina olaylarına Oğuzların da çok sert tepkiler gösterdiği görülür. Öyle ki Oğuzlar, kadınlarının en mahrem yerlerini bile yabancıların görmesinden endişe etmezler ve bu durumun, "kadının onu örtüpte başkalarına müsaade etmesinden daha iyi" olduğunu düşünürlerdi.

Yakut inancına göre kadınlar doğum yapacağı zaman imdatlarına koşan doğum tanrıçası Ayzıt'ın hiç hoşgörüyle karşılamadığı bir şartı vardı: Namusunu muhafaza etmemiş olan kadınların yardımına ne kadar yalvarırlarsa yalvarsınlar ve ne kadar kıymetli kurbanlar ve hediyeler sunarlarsa sunsunlar, asla gelmezdi.


Yılmaz Öztuna'ya göre Göktürklerde fuhuş hemen hemen hiç görülmezdi. Evli bir kadına tecavüzün cezası idamdı. Bir genç kıza tecavüz ise, genç kız evlenmeyi kabul etmediği takdirde yine aynı cezayla karşılık görürdü.

Göktürk efsanelerinden anlaşıldığı kadarıyla, Türkler "baba ailesi" düzenine sahiptiler. Ancak ailede statü esası değil de "velâyet"e dayanan baba hukuku geçerli olduğu için Gökalp'e göre, bu aile ataerkil olmayıp, babanın otoriter kişiliğinin yerine yardımcı rolü nedeniyle, kadın ve erkeğin eşit haklarının bulunduğu "pederî" (ne ataerkil ne de anaerkil) aile tipindedir. Erkekle kadın ailede eşit olduğu için ocakta yani evde hem erkeğin, hem de kadının ayrı ayrı mabudu bulunurdu. Erkeğinkine "od ata", kadınınkine "od ana" derlerdi. Ancak bu ailede oğulun kıza göre biraz ayrıcalığı vardı. Göktürklerde oğul, "soy ağacının kütüğü"; kardeş ise o "ağacın yaprakları" gibi görülmekteydi. Ailede oğlun imtiyazını doğuran neden, sadece, soyun onunla devam edeceği telâkkisinden kaynaklanmıyordu. Bunun yanı sıra; fakir düşen babaya bakmak da ona ait olduğundan oğul, ister istemez kendiliğinden imtiyazlı bir konuma yükseliyordu.

Bu aileyi "geniş aile" diye nitelendirenler bulunmakla birlikte, onun "küçük aile" biçiminde kurulu bulunması akla daha uygun gelmektedir. Çünkü her evlilikten yeni bir aile doğardı. Bu yeni aile, ayrı bir eve çıkar, yeni bir "ev-bark" kurardı. Evlenen erkek, ebeveyninin sağlığında baba malından hissesini alır, kız da "yumuş" denilen bir çeyiz getirirdi. Gelin ile güveyi mallarını birleştirerek bir ev sahibi olurlardı. Müstakil kurulan yeni evlerin, baba ocağına bazı bağlarla irtibatları devam etmekteydi. Baba muhtaç durumda kaldığında oğlunun malından beşte birini alırdı.

Genellikle, dıştan evlenmenin (exogamie) geçerli olduğu Türk ailesinde evliliğe kutsal bir birlik nazarıyla bakılmaktaydı. Türkçede izdivaca "evlenmek" anlamında "ev-bark" sahibi olmak denir. Eski Türk dilinde "mabed"in karşılığı "bark" tır. "Ev" de mukaddes bir mabet telâkki edildiğinden "bark" adını alırdı. Bu da Türkler'in 'ev' ve ondan türeyen 'ev'lenmeye izafe ettikleri kutsiyeti göstermektedir.

Güveyi tarafı evlenebilmek için kızın velisine "kalın" denilen başlık veriyordu. Evlenmelerde en çok göze çarpan, ölen erkek kardeşin dul kalan hanımıyla (leviratus) veya çocuksuz olan genç üvey anneyle evlenme âdetinin varlığıdır.

Türklerin kadınlara fevkalâde saygılı davrandığı ve tekeşli yaşam sürdükleri kaynaklarca tasdik edilmiş olmakla birlikte bilhassa, fûtûhat zamanlarında bakabilecekleri kadar eş alanlar olurdu. Oğuz Destan'ında, Oğuz'un üç amcasının üç kızıyla evlendiğini görüyoruz. İlk eş, hiçbir zaman değer ve itibarını kaybetmez ve kumalarından dünyaya gelen çocuklar da onun sayılırdı.

Tarihî Süreçte Türk Kadınları / Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kurt


Kadınlarla İlgili "İnanılmaz" Fetvalar



Gün geçmiyor ki Müslüman komşularımızdan tuhaf bir haber çıkmasın. Gülüyoruz elbette bu beyin yakan beyanatlara ve klişe bir cevabımız var;

‘’Yoo dostum, Müslümanlık bu değil.’’

1-) Aç Kalan Erkek Karısını Yiyebilir

Suudi Arabistan Müftüsü Abdülaziz Bin Abdullah yayınladığı fetvada erkeğin çok aç kalması durumunda, karısı izin veriyorsa (!) karısını yiyebileceğini belirtmiş. İzin veren kadın en sadık ve eşine bağlı kadın olurmuş üstelik. Sonradan yalanlanan fetva kısa süreli algı bozukluğu yaşattı herkese. Kafamızda deli sorular; Neresini yese doyar? 4 karısı olan erkek sonra lazım olur diye derin dondurucuya mı atmalı bir iki tanesini?

2-) Kızlık Zarınızı Diktirin

Aslında kadına bakış açısı ve erkek egemen din anlayışı düşünüldüğünde oldukça radikal bir fetvayla karşılaştık birkaç yıl önce. Mısırlı din adamlarından Şeyh Ali, ‘Din ve Hayat’ kitabında gençç kızlara evlenmeden önce ilişki yaşamışlarsa kızlık zarlarını diktirebileceklerini öğütlüyordu. Nasılsa erkeklerin bekareti anlaşılmıyordu, o halde kadınlar da durumu eşitleyebilirdi. Bunula yetinmedi Şeyh Ali, kocasını aldatan kadın pişmansa bu durumu kocasına söylemesine gerek olmadığını, evliliğin selameti açısından yalan söyleyebileceğini belirtti. Söyledikleri çok tepki görse de en azından cesur ve ucundan kıyısından kadını koruyan fetvalardı. Erkekler kadına ne yapması, ne yapmaması gerektiğini söylemeyi bıraksa daha şahane olmaz mıydı elbette?

3-) Erkek Arkadaşlarınızı Emzirebilirsiniz

Yine Mısır, yine fantastik beyanatlar…
Mısır El-Ezher Üniversitesi'nin Hadis Bölümü Başkanı Prof. İzzet Atiya, kadınların iş yerlerinde erkeklerde beraber çalışmasını caiz kılacak süper bir buluşa imza attı. Atiya, kadınlara, iş yerindeki erkek arkadaşlarını emzirmelerini salık verdi. Bu bilimsel, süper şahane buluşu ayakta alkışladık. Kadınlar sütü sağıp buzdolabına koysa erkekler oradan içseler de aynı sevaba girilir mi konusunda yorumlarını da merak etmiyor değiliz.

4-) Kadınları Duşta Röntgenleyebilirsiniz

Yine Mısır, bu sefer Selefi imam Usama El Kavsi beyefendi buyurmuş ki, kadınları duşta röntgenlemek günah değildir. Ama kötü niyetli değilseniz. Yani ne olacak, alıcı değil bakıcıysanız. Aslında alıcıysanız, hani evlenmeden önce arızası eksiği gediği var mı diye. Hani tamamen ciddi niyetle, yerseniz tabi. Beyefendi röntgenci hemcinslerine bir de akıl vermeyi unutmuyor . ‘Saklanın, öyle öküz trene bakar gibi değil, gizli gizli!’

5-) Eşiniz Tecavüze Uğrayabilir Elleşmeyin ama Zevk Alıyorsa Öldürün?

Mısırlı Selefiler'in Vaizi Yasir Burhami, erkeklerin hayatı tehlike altındaysa karılarının tecavüze uğramasına göz yummalarını istedi. Ha tecavüz değil, kadın rızası ile sevişiyorsa kadını öldürebileceklerini de sözlerine ekledi. Kadınlar kadar taş düşsün kafanıza deyince ne yapacaklarını sorduk ama tatmin edici bir yanıt alamadık.

6-) Göbek Dansı mı, O da Ne?

Kadından sorumlu ve sorunlu ülke yarışmasında açık ara önde olan Mısır’dan bu sefer çok da şaşırtmayacak bir hamle geldi. Geçen yıl yayınlanmaya başlayan Göbek Dansı Yarışması, ilk bölümünün ardından Mısır Baş Müftüsü’nün isteğiyle yayından kaldırıldı. Gerekçe, ’’ Mısır toplumunu İslam karşıtı göstermek isteyen radikal kesimlere hizmet etmesi.’’ Olarak gösterildi.

7-) Sanal Zina da Yassah Hemşerim!

Mısır Yüksek Fetva Kurulu’ndan Darul İfta, kan bağı olmayan kadınların ve erkeklerin sanal ortamda konuşmasını yasaklayan bir fetva yayınladı.

8-) İç Savaş Varsa Kadına Tecavüz Meşrudur

Suudi Arabistanlı bir müftü, Suriye’de devam eden iç savaşta erkeklerin ihtiyaçlarını gayet tabii bir yolla karşılama (!) önerisinde bulundu. Müftü, erkeklerin Esad’a karşı daha iyi savaşabilmeleri için 14 yaşından büyük her kadınla birkaç saatlik geçici nikah kıyabileceklerini duyurdu. Elbette bu resmileşmiş tecavüzü kabul eden kadınlara da cenneti vaat etmeyi unutmadı.

9-) Araba Kullanan Kadın Tecavüze Uğrar!

Suudi Arabistan’lı tarihçi Saleh El-Saadun, kadınlara araba kullanmanın neden yasak olduğunu açıkladı. El-Saadun’a göre kadın araba kullanırsa tecavüze uğrar. Arabası arızalanır yolda kalırsa kadın tecavüze uğrar. Kadın nefes alırsa tecavüze…

10-) Çalışan Kadın Fuhuşa Zemin Hazırlar

Son inci de Türkiye’den. Sosyal Doku Vakfı Onursal Başkanı Nureddin Yıldız, çalışan kadının evde erkeğine zaman ayırmadığını, çalışan kadının ‘arızalı’ olduğunu iddia etti. Yıldız’a göre kadın çalışıyorsa kocası kadın yeterince ilgilenmediği için fuhuş yapabilir. İş yerindeki erkekler de çalışan kadına musallat olur. O yüzden kadınların çalışması herkes için zararlıdır. Zaten çalışan kadın çocuk da doğurmaz, komple zarar yani. (!)


Kaynak: https://www.mynet.com/kadinlarla-ilgili-inanilmaz-fetvalar-190101043400?fbclid=IwAR3LzYNGwFTRSEWr4RSFLEt_Hva5QQDJoyj9n6MWAOLm6TDojYYbqXLaEfY

01 Ocak 2019

AKİT Yazarı Abdurrahman Dilipak kendi cenahının yaşadığı çürümeyi şöyle anlatıyor:

abdurrahman dilipak ile ilgili görsel sonucu


Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı tetikçi Yeni Akit Gazetesi yazarlarından Abdurrahman Dilipak siyasal islamcıların içine düştükleri yozlaşmayı ortaya koyan yazılar yazmaya devam ediyor. Yerinden olmamak için olsa gerek, açık bir anlatımı tercih etmeyen Dilipak’ın eleştirilerinin adresi Türkiye gerçekliğine dair en ufak bir fikri olanların bile kolaylıkla anlayacağı türden. Dilipak 2019’un bu ilk günündeki köşesinin başlığı “Bizim güzel hayallerimiz vardı”. Dilipak kendi cenahının yaşadığı çürümeyi şöyle anlatıyor:
“Bizim hayatımıza güzellik katan, dinden, gelenekten beslenen hayallerimizi vardı. “Hayal gerçeğin anasıdır” derdik. İnancımızın taşıyıcısı olan hayallerimiz uğruna mallarımız, canlarımız, sevdiklerimiz feda olsun derdik. Gelip “Reelpolitik putu”na toslayınca evdeki hayallerimizin çarşıya uymadığını gördük. Para, makam, kadın, güç başımızı döndürdü. Siyasetin labirentleri arasında kaybolduk.”“Sahi hayallerimizi kim çaldı, ya da “Ben yolumu kaybettim, yolların günahı ne” diye şarkılar mı söylemeliyiz. Necip Fazıl, 60 darbesi sonrası Büyük Doğu’yu bu kapakla çıkartmıştı. Yola girmek mi, “yolunu bulmak” mı, karıştırmayalım da. Herkes hem “yolunu buluyor”, hem de “bir yolunu buluyor” iş yapmak ya da yapmamak için. Şu parti, bu parti farketmiyor, ne hikâyeler dinliyoruz. İnandığımız gibi yaşamayınca, yaşadığımız gibi inanmaya mı başlıyoruz ne? Birileri göz göre göre sürüklenirken, hâlâ burnu Kaf dağlarında, eleştiren herkese düşman oluyor adeta, burnundan doluyor, bürokratlarına emirler veriyor, öfkesi ağzından taşıyor.. N’oluyoruz ya hu! Bu gidiş gidiş değil. İnsanın içinden kollarını makas gibi açarak bağırmak geliyor: Durun kalabalıklar, bu sokak çıkmaz sokak! Bu gidiş nereye.”

Dilipak’ın yazısının devamında yer verdiği hikaye de iktidar, güç ve para ihtirasının siyasal islamcı iddialara sahip olanlar üzerinde yarattığı çürütücü etkisine dair göndermelerle dolu. Hikayenin bir bölümü şöyle:
“Bunlar bir çete kurmuşlar. Garibanların mallarına el koyuyorlar. Siz ilk gittiğinizde, mütercim bunu anlamış. Ama sizin sözlerinizi Nuşirevan’a yanlış tercüme etmiş. Böylece kralın oğlunu ve veziri korumuş. Ben sizinle gidip durumu anlatınca Nuşirevan bu oyunu anladı. Ama neden ayrı kapılardan gidin, dedi, ben de anlayamadım. Hele yarın olsun anlarız, dedi. Hz. Sad, anlatmaya devam ediyor: Ertesi gün ben doğu kapısından çıktım. Kapının çıkışında iki kişinin darağacına asılı olduğunu gördüm.
Halk toplanmış seyrediyordu. Sordum kim bunlar ve suçları ne, diye. Dediler ki, bunlardan biri Nuşirevan’ın büyük oğlu diğeri de veziridir. Bunlar, buraya gelen iki Arap’ı soymuşlar. Ceza olarak Nuşirevan ikisini de asarak idam etmiştir. Nuşirevan kendi öz oğlunu idam etmişti.
Hz. Ömer’in çıktığı kapıda ise bizim şikâyetlerimizi yanlış tercüme ederek, kralın oğlunu korumaya çalışan kişinin asılı olduğunu gördük. İşte Hz. Ömer senin eline verdiği deri parçasının üzerine ‘Bilesin ki, ben Nuşirevan’dan daha az adil değilim’ sözüyle bana bunu hatırlatıyor. ‘Halkına zulmedersen seni darağacına çekerim’ diyor. ‘Senin gözyaşlarına bakmam, tıpkı Nuşirevan’ın öz oğlunun gözyaşına bakmadığı gibi’.
Kaynak : https://www.abcgazetesi.com/politika/gerici-akit-yazari-dilipak-itiraf-ediyor-para-makam-kadin-guc-basimizi-dondu/haber-117418?fbclid=IwAR2xPncvi-fdJADMn_kESO50S9lXrxHmHolVq-8EPBMV3In_CTxaw1N3-qg

UYARI

Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk yorumu gönderene aittir.