24 Aralık 2019

ÜMMETÇİLİK OYUNU ve 1982 Tarihli Oded Yinon planı



ARAPLAŞTIRMA ÇABALARI !!
Arap denilen ülkelerin çoğu aslen Arap değiller..

Libya aslen Berberi..
Mısır Kıpti..
Cezayir Tuareg..
Filistinliler Girit asıllı.
Lübnan Fenikeli..
Suriyeliler Süryani.
Irak Akadlıydı..

Arap işgalleri sonucu bütün bu milletler Araplaştı o parlak zengin, kültürleri yok oldu gitti ve hepsi de yüzyıllardır perişan bir halde yaşam sürüyor....


Arapların asimile edemediği Türkler de aynı sona doğru ilerliyor.. Peki Araplaşan bu milletler çok mu ileri gitti mutlu mu ?? Hayır..


Mısır dünyanın en modern bilim merkezlerinden biriydi bilimsel seviyesi kütüphaneleri dünyada eşsizdi eski mısır piramitleri hala eşi benzeri yapılamayacak eserler..

Fenikeliler dünyanın en iyi gemicileriydi.. Fenike zengin ticaret merkeziydi..

Suriye Süryanileri taş ustası ve altın ustalarıydı sanatçıydı hepsi..

Girit kökenli Filistinliler gemi ve ticaret ustasıydı..

Bugün bu milletlerin hepsi adeta birer ateş çukuru içinde yanıyor... Ümmet olarak kimliklerini kaybetmek hepsini mahvetti.. Bu tesbit tarihsel somut bir gerçektir..


Türkler ve Türkiye bu milletler gibi bir ateş yumağı içinde değilse kimliklerini korudukları içindir. Fakat son durumda Türk kimliği içerden yıkılmak tehlikesi yaşıyor. Arabistan İsrail ve Avrupa'dan desteklenen dış güç piyonları ümmet kardeşliği kisvesi altında Türk kimliğini ve Atatürk ilkelerini yok etmek için yoğun çaba içindeler..

En büyük amaç büyük İsrail'i kurarken Türkiye’yi ve Suriye’yi etkisizleştirmek.. Suriyelileri Türkiye’ye yığarak 1 taşla 2 kuş vurulmak isteniyor ve maalesef sözde İsrail düşmanı ümmetçiler oyunu fark edemiyor bile..


Büyük oyunu görmek için 1982 Tarihli Oded Yinon planını araştırıp okumak ve herkese anlatmak şarttır..

Ümmet fikri bir Arap Emperyalizm projesidir.

Mustafa Sümer Turanki
------------------

1982 Tarihli Oded Yinon planının tam metnini aşağıdaki adresten inceleyebilirsiniz.

https://www.sunsavunma.net/wp-content/uploads/2017/01/%C4%B0SRA%C4%B0L-ORTA-DO%C4%9EU-PLANI.pdf

Dileyen okurlarımız Yinon planının tam metnini yukarıdaki adresten okuyabilir. Ancak yazı çok uzun olduğu için yazıdan seçmeler yaptık.



YİNON PLANI ÖZETİ

İnsanın gideceği yönü seçmesinde etik değerlerin hiç bir payının olmadığı buna karşın maddi ihtiyaçlarının yönlendirdiği görüşü günümüzde ağırlık kazanmaktadır ve dünyada hemen hemen tüm değerlerin yok olmaya yüz tuttuğunu görmekteyiz.

 Dünya kaynakları, petrolde Arap tekeli ve Batı dünyasının ihtiyaç duyduğu hammaddelerin çoğunu üçüncü dünya ülkelerinden ithal etmesi ihtiyacı için olacak savaşlar dünyamızı şekillendirmektedir.
Müslüman Arap dünyası yabancılar tarafından sakinlerinin istek ve talepleri gözönüne alınmadan yapılmış geçici bir kağıttan kule gibidir. 1920’lerde Fransa ve İngiltere tarafından gelişigüzel bir şekilde hepsi azınlıkların ve birbirine düşman olan etnik grupların kombinasyonundan oluşan 19 bölgeye bölünmüştür.

Mısır dışında, tüm Mağrip devletler Araplar ve Arap olmayan Berberilerin karışımından oluşmaktadır. Cezayir’de Kabile dağlarında şu anda bile ülkedeki iki ulus arasında iç savaş devam etmektedir. Fas ve Cezayir kendi içlerinde yaşadıkları kargaşanın dışında, İspanyol Sahrası için birbirleri ile savaş halindedir.   Militan İslam Tunus’un bütünlüğünü tehdit etmektedir ve Kaddafi, seyrek nüfusa sahip ve güçlü bir ulusu olamayacak bir ülkeden Arap bakış açısına göre yıkıcı olan savaşlar organize etmektedir.

Bugün Arap Müslüman dünyasındaki en parçalanmış ülke olan Sudan birbirlerine düşman olan 4 gruptan oluşmaktadır; Arap olmayan Afrikalı, putperestler ve Hıristiyanlardan oluşan çoğunluğu yöneten Arap Müslüman Sunni azınlık.

Mısır’da Sunni Müslüman çoğunluk yukarı Mısır’da baskın olan sayıları 7 milyona yakın olan büyük bir Hıristiyan azınlıkla karşı karşıyadır.

İsrail’in doğusundaki tüm Arap devletleri Mağrip’teki devletlerden bile daha fazla iç çatışmalar yüzünden parçalanmaktadır.  

Suriye temelde Lübnan’dan çok farklı değildir sadece güçlü bir askeri rejim tarafından idare ediliyor olması farkını taşır. Ancak  bugünlerde Sünni çoğunluk ve yönetimdeki Şii Alevi azınlık (nüfusun sadece %12’si) arasında yaşanan gerçek içsavaş içerdeki problemlerin göstergesidir.  

Irak, çoğunluğun Şii ve yönetimdeki azınlığın Sünni olmasına rağmen özünde komşularından hiç farklı değildir, Nüfusun %65’i politik konularda söz sahibi değildir, %20’lik elit bir zümre tüm gücü ellerinde tutmaktadır. Buna ek olarak Kuzey’de büyük bir Kürt azınlık vardır.

Körfez ve Suudi Arabistan’daki dengeler içinde sadece petrol olan bir kumdan ev üstüne inşa edilmiştir. Kuveyt’te, Kuveyt’liler nüfusun sadece %25’ini oluşturmaktadır.   Bahreyn’de Şii’ler çoğunluktadır ancak güç onlarda değildir. Birleşik Arap Emirlikleri’nde Şii’ler yine çoğunlukta olmasına rağmen Sunni’ler yönetimdedir.   Amman ve Kuzey Yemen içinde aynı şey geçerlidir. Güney Yemen’de bile önemli bir miktarda Şii azınlık bulunmaktadır.  Suudi Arabistan’da nüfusun yarısı yabancıdır, Mısır’lı ve Yemen’lidir; ama Suudi bir azınlık gücü elinde tutmaktadır.  

Ürdün aslında Trans-Ürdün’lu Bedevi bir azınlık tarafından yönetilen Filistin’lidir, ancak ordunun çoğunluğu ve  kuşkusuz bürokrasi şu anda Filistin’lidir. Aslında Amman en az Nablus kadar Filistin’lidir.  

Bütün bu ülkelerin göreceli olarak güçlü orduları vardır. Fakat aslında bu durum da bir problem yaratmaktadır. Suriye ordusu bugün çoğunlukla Sunni’dir ancak  subaylar Alevi’dir, Irak ordusu Sünni kumandanlara sahip Şii bir ordudur. Bu uzun vadede çok önemlidir ve bu sebeple uzun süre ordunun sadakatini korumak mümkün olamayacaktır. Sadece tek ortak payda olan İsrail’e olan düşmanlıkları konusunda anlaşabilirler ve bugünlerde bu bile yeterli değildir.  

Arap’lar gibi, bölünmüş olsalar da diğer Müslüman devletler de benzer bir  durumla karşı karşıyadırlar. Iran nüfusunun yarısı Farsça konuşan bir gruptan oluşur ve diğer yarısı da etnik olarak Türk bir gruptur. 

Türkiye’nin nüfusu Türk Sünni Müslüman bir çoğunluk (%50 civarı) ve iki büyük azınlıktan oluşur, 12 milyon Şii Alevi ve 6 milyon Sünni Kürt.  

Afganistan’da 5 milyon Şii nüfusun üçte birini oluşturur.

Sünni Pakistan’da 15 milyon Şii devletin varlığını tehdit etmektedir.  Fas’tan Hindistan’a  ve Somali’den Türkiye’ye uzanan ulusal etnik azınlık resmi, istikrarın yokluğuna ve tüm bölgenin hızlı bir şekilde dejenere olmasına işaret eder.  Bu tablo  ekonomik tabloya eklendiğinde tüm bölgenin nasıl ciddi problemlere karşı koyamayacak kağıttan bir kule şeklinde inşa edildiğini görebiliriz.  

Lübnan parçalanmıştır ve ekonomisi de parçalanmaktadır. Devlette merkezi bir güç yoktur sadece 5 fiili egemen otorite vardır; kuzeyde Suriye tarafından desteklenen ve  Franjieh aşireti tarafından yönetilen  Hıristiyan bölge, doğuda Suriye tarafından işgal edilmiş bölge,  merkezde Falanjistler tarafından kontrol edilen Hıristiyan kuşatma bölgesi,  güneyde ve Litani ırmağına kadar Filistin Kurtuluş Örgütü tarafından kontrol edilen Filistin bölgesi ve Binbaşı Haddad’a ait Hıristiyan bölge ve yarım milyon Şii. 

Suriye çok daha vahim bir durumdadır.

Mısır en kötü durumda olan ülkedir; milyonlar açlık sınırındadır, işgücünün yarısı işsizdir ve dünyanın en kalabalık nüfüsuna sahip bu bölgede konut çok seyrektir. Ordu dışında verimli olarak çalışan bir bölüm yoktur ve devlet sürekli iflas halindedir ve barıştan bu yana verilen Amerikan yardımına muhtaçtır.

Körfez devletlerinde, Suudi Arabistan, Libya ve Mısır’da paranın ve petrolün birikimi çok fazladır ama bundan faydalanan küçük elit bir zümredir. Bu zümre geniş tabanlı bir destek ve kendine güvene sahip değildir ve bunlar hiç bir ordu tarafından garanti edilemez.

Bütün ekipmanları ile Suudi ordusu rejimi içte veya dıştaki gerçek tehlikelerden koruyamaz ve Mekke’de 1980’de yaşananlar bunun küçük bir örneğidir.

Günümüzde durumu tamamen başka bir hale dönüştürmek için önümüzde büyük fırsatlar vardır ve bunu önümüzdeki 10 yılda gerçekleştirmeliyiz aksi takdirde (İsrail) bir devlet olarak hayatta kalmamız mümkün olmayacaktır.      

MISIR

Mısır günümüzdeki politik görünüşe göre ve artan Müslüman-Hıristiyan ayrışması dikkate alındığında zaten halihazırda bir cesettir.   Mısır’ı coğrafi olarak farklı bölgelere bölmek İsrail’in Batı cephesindeki politik hedefidir.  

Mısır bir çok otorite merkezine bölünmüş ve parçalanmıştır. Eğer Mısır parçalanırsa, Libya, Sudan ve hatta daha uzaktaki devletler mevcut şekilleri ile varlıklarını sürdüremez ve Mısır’ın çözülmesi ile birlikte onlar da çöküşe katılır.  

Mısır’ın yukarı bölümünde Hıristiyan Kıpti bir devlet ile birlikte merkezi bir hükümet olmadan bölgesel güçleri ile bir kaç zayıf devlet düşüncesi tarihi gelişimin anahtarıdır ve barış anlaşması ile sekteye uğramış olsa bile uzun vadede kaçınılmazdır.

SURİYE

Lübnan’ın beş bölgeye bölünmesi Mısır, Suriye ve Irak da dahil olmak üzere tüm Arap dünyası için bir başlangıçtır ve aslında Arap yarımadası şimdiden bu yolda ilerlemektedir. Suriye ve daha sonra Irak’ın feshi ve Lübnan’da olduğu gibi etnik ve dini bölgelere ayrılması İsrail’in uzun vadede Doğu cephesindeki bir numaralı hedefidir ve bunun için kısa vadede bu devletlerin askeri gücünün feshi ana hedeftir.  

Suriye etnik ve dini yapısına istinaden tıpki bugün Lübnan’da olduğu gibi birkaç eyalete bölünecek ve kıyıda Şii-Alevi bir eyalet, Halep bölgesinde Sünni bir eyalet, Şam’da Kuzey komşusuna düşman olan bir diğe Sünni eyalet olacak ve Dürziler de belki bize ait olan Golan’da, mutlaka Havran’da Kuzey Ürdün’de  başka eyaletler kuracaklardır. Bu gelişmeler uzun vadede barış ve güvenlik için garantör olacaktır.

IRAK

Bir taraftan petrol zengini olan ancak diğer taraftan parçalanmış bir ülke olan Irak’ın İsrail’in hedeflerine aday olması garantidir. Bizim için Irak’ın feshi, Suriye’nin feshinden bile dha önemlidir. Irak Suriye’den daha güçlüdür. Kısa vadede İsrail’in en büyük tehdidi Irak’ın gücüdür. Bir Irak-İran savaşı Irak’ı parçalayacak ve bize karşı geniş bir cephede çatışma organize etmesine imkan vermeden çökmesine sebep olacaktır.   Araplar arasındaki her türlü çatışma kısa vadede bize yardımcı olur ve Suriye ve Lübnan’da olduğu gibi önemli bir hedef olan Irak’ın parçalanması için yolu kısaltır. Osmanlı döneminde Suriye’de olduğu gibi Irak’ta da etnik/dini bazda bölgelere bölünme mümkündür. Üç büyük şehir etrafında üç (veya daha fazla) eyalet var olacaktır: Basra, Bağdat ve Musul ve güneydeki Şii bölgeler Sunni ve Kürt kuzeyden ayrılacaktır. Mevcut İran-Irak çatışmasının kutuplaşmayı derinleştirmesi olasıdır.

SUUDİ ARABİSTAN

Arap yarımadasının tamamı iç ve dış baskılar sebebiyle çözülmeye adaydır ve özellikle Suudi Arabistan’da bu sonuç kaçınılmazdır. Petrole dayalı ekonomik gücünün baki kalması veya uzun vadede azalmasından bağımsız olarak, iç ayrışmalar ve kırılmalar mevcut politik yapının doğal ve açık bir sonucu olarak ortaya çıkacaktır.

ÜRDÜN

Ürdün kısa vadede stratejik bir hedeftir, uzun vadede ise değildir zira feshinden ve Kral Hüseyin’in uzun hükümranlığının bitmesi ve kısa vadede yönetimin Filistin’lilere geçmesinden  sonra gerçek bir tehdit.  

Mevcut yapısı ile Ürdün’ün uzun süre var olması ihtimal dahilinde değildir ve İsrail’in hem barışta hem savaşta sürdüreceği politika mevcut rejim esnasında Ürdün’ün tasfiyesi ve yönetimin Filistin’li çoğunluğa devri yönünde olmalıdır.

Filistin Kurtuluş Örgütü ve İsrail Arap’larının kendi planları olan 1980 yılındaki Shefa’amr planı göz önünde bulundurulduğunda, mevcut durumda iki ulusu ayırmadan, Arap’ları Ürdün’e ve Yahudi’leri ırmağın batısındaki bölgelere ayırmadan bu ülkede yaşamaya devam etmek mümkün değildir.
 

Yahudi nüfusunun dörtte üçünün nükleer bir dönemde büyük bir tehlike yaratan ve yoğun bir şekilde yerleşilmiş olan kıyı şeridinde yaşaması mümkün değildir. Dolayısıyla nüfusun dağıtılması mümkün olan en yüksek mertebedeki milli hedefimizdir, aksi taktirde hangi sınır içerisinde olursak olalım varoluşumuzu sürdüremeyiz. Judea, Samarya ve Galile ulusal varlığımız için tek garantidir. Bu dağlık bölgede hakim çoğunluk haline gelmez isek ülkeyi yönetemeyiz ve zaten kendilerinin olmayan, birer yabancı oldukları bu ülkeyi kaybeden Haçlılar gibi oluruz. 

Demografik, stratejik ve ekonomik olarak ülkeyi tekrardan dengelemek bugünün en önemli hedefidir. Beersheba’dan yukarı Galile’ye kadar olan su havzasını ele geçirmek için şu anda Yahudi’lerin bulunmadığı dağlık araziye yerleşmek çok mühim bir stratejik düşüncedir.

22 Aralık 2019

Türklerdeki Yeni Yıl Bayramı “Nardugan”



 “Nardugan, Ön Türkler’de ve İslama kadar olan Türkler ile Sümerlerde de aynı adla anılan yeni yıl bayramıdır. Her yıl 22 Aralık’tan sonra gelen ilk dolunayda kutlanır. Bunun nedeni ise Türklerin eski inanışına göre gece ile gündüz sürekli savaşırlar ve 21 Aralık günü en uzun gecedir ve ardından günler uzamaya başlarlar bu yüzden 22 Aralık günü Türkler için çok önemlidir ve bu günü takiben (Ay yılı esasına dayalı bir takvim kullandıkları için) ilk dolunayın çıktığı ilk gün yeni yılın ilk günüdür.
Bu gün içinde tüm Türkler, ölümsüzlüğün simgesi olan ve Türk Mitolojisi’ne göre tüm insanların türediği ağaç olan Akçaçam Ağaçları süslenir ve altında türlü gelenkesel oyunlar oynanır, kopuz eşliğinde şarkılar söylenir ve eğlenceler düzenlenirdi.
Bu geleneğin yine anayurtları Orta Asya olan ve türlü nedenlerle Mezapotamya’ya göçen Sümerler’e Türklerden geçtiği oradan da Anadolu aracılığıyla Eski Roma’ya değin uzandığı ve günümüze kadar gelip günümüzdeki 1 Ocak yılbaşının temelini oluşturduğu sanılmaktadır.
Ayrıca söz biçim olarak Türklerdeki Paktıgan ve Koçagan bayramlarıyla da uyumludur. Gündönümüne dayalı bayramlarda böylece üçlü bir silsile oluşmaktadır. Nar sözcüğü güneş (günümüz moğolcasında Nara) anlamına gelir, dugan ise doğmak fiili ile bağlantılıdır. Narduqan kelimesi Moğol dilindeki “nar” (güneş), Türk dilindeki “tuqan» (doğan, doğan) sözcüklerinden oluşmuştur. Tatarlar bu bayrama “Koyaş Tuğa», yani «Güneş Doğan» günü derler, Başkurtlar, Udmurtlar «Nardugan» veya «Mardugan», Mişer Tatarları «Raştua», Çuvaşlar “Nartavan» ya da «Nartukan», Zırizyalar «Nardava», Mokşalar «Nardvan” olarak bilirler.”
Çam Süsleme Geleneği: Nardugan

Hıristiyanların İsa'nın doğuşu olarak kutladığı Noel bayramı, eski Türklerin yeniden doğuş bayramıdır.

Türklerin, tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor.

Buna hayat ağacı diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz.

Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık'ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor.

-Bayramın adı NARDUGAN

(nar=güneş, tugan, dugan=doğan) Doğan güneş.

Güneşi geri verdi diye Tanrı Ülgen'e dualar ediyorlar. Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar,dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan.

Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar,büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar.

Yedikleri; yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş.

Akçam ağacı yalnız Orta Asya'da yetişiyormuş. Filistin'de bu ağacı bilmezlermiş, bu yüzden olayın ;  Türklerden Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa'ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor.

 "Doğum, güneşin yeniden doğuşu"

Ağaç kültü birçok doğa inançlarının barındırdığı animizimde, ağaçların saygı gösterilmesi gereken bir ruha sahib oldukları, ve ağaçlara gösterilen saygı, bereketi etkilediğine inanmaktan kaynaklanan bir kült'dür.

Eski Türklerin ve Moğolların inancı Tengricilikte, ve kuzeyamerikanın yerli inançlarında, ayrıca birde dünyanın merkezinde durduğuna, ve yer ve gök alemini birleştirdiğine inanılan "Dünyalar ağacı" vardır.

Ağaca tapınmanin izleri Oğuzlara kadar muhafaza edilmişdir: “Bay Terek”, “Temir Kavak” , veya “Hayat Ağacı” denilen kutsal “Evliya Ağaç” inanışına benzer inanclar sadece Türk mitolojisinde değil tüm dünya mitolojilerinde rastlanabilir.


Kaynak: http://universumcorpusnostrum.blogspot.com/2012/12/cam-susleme-gelenegi-nardugan.html , https://www.turkishnews.com/tr/content/2018/11/08/nardugan-bayrami-ve-ayaz-ata/

17 Aralık 2019

KUR'AN DA GEÇEN 7 SAYISININ SIRRI


7 ‘YEDİ’

Yemin olsun, biz sizin üstünüzde 7 yol yarattık! Ve biz yaratılıştan/yaratılmışlardan gafil de değiliz…… Müminun S.17

Fatiha süresi 7. Ayet 

صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ 
﴾7﴿  Nimetine erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğramışların yoluna da, doğrudan sapmışların yoluna da değil!

Tefsir (Kur'an Yolu)

Burada tarihe bir atıf yapılarak yolun doğrusu ve eğrisi hakkında bir başka ölçüt ve delil daha verilmektedir. İslâm yalnızca Allah kitabında böyle buyurduğu için doğru yol değildir, aynı zamanda tarih boyunca ilâhî irşadı reddedenlerin tecrübeleri de doğru yolun İslâm olduğunu göstermektedir. Bu sebeple doğru yolu arayanlar ve üzerinde bulundukları yolun sağlamasını yapmak isteyenler, dönüp tarihe bakmak, gerçek mutluluğu bulanlarla sapanlar ve Allah’ın gazabına uğrayanların yol ve yöntemlerini incelemek durumundadırlar. Tarihte hem örnekler hem de ibretler vardır. Örnekler, peygamberlerin izlerinden giden fert ve ümmetlerde, ibretler ise onlara cephe alan ve Cenâb-ı Hakk’a meydan okuyanlarda görülmektedir. Bazı rivayetlerde sapanların “hıristiyanlar”, ilâhî gazaba uğrayanların da “yahudiler” olarak açıklanması (meselâ bk. Müsned, IV, 378; Tirmizî, “Tefsîr”, 2), yalnızca zaman ve mekân itibariyle yakın birer örnek olmalarından dolayıdır.


7 Üst yol (soy) Müminun S.17


وَلَقَدْ خَلَقْنَا فَوْقَكُمْ سَبْعَ طَرَٓائِقَۗ وَمَا كُنَّا عَنِ الْخَلْقِ غَافِل۪ينَ 
﴾17﴿  Andolsun biz üstünüzde yedi yol (yörünge) yarattık. Biz yaratılanlardan habersiz değiliz.

Tefsir (Kur'an Yolu)

İnsanın ölümlülüğünü ve yeniden diriltileceğini bildiren açıklamanın ardından bu âyetler grubunda hem yeniden dirilmesi konusunda zihinlere doğabilecek kuşkuların giderilmesi ve Allah’ın yeniden diriltmekten âciz olmadığının hatırlatılması istenmiş hem de O’nun insanlığa ihsanından örnekler verilerek kendisine şükretmek gerektiğine işaret edilmiştir.  

“Yedi yol” ile ne kastedildiği hususunda değişik görüşler vardır. Eski tefsirlerde bu ifade genellikle klasik astronomi tasavvurundaki yedi kat gök yani yedi kozmik sistem veya gezegenlerin yörüngeleri olarak yorumlanmıştır (Taberî, VIII, 12; Zemahşerî, III, 44). Elmalılı, âyetin sonunda geçen bilgi ile alâkalı ifadeyle de bağlantı kurarak, kendisi buradaki “yedi yol”dan insandaki beş duyu ile akıl ve vahiy yollarının oluşturduğu yedi idrak yolunu anladığını belirtmektedir (V, 3439). Bize göre–İbn Âşûr’un da belirttiği gibi (XVIII, 27)– bu yorumlar içinde en uygun olanı, “yedi yol”u eskiden meşhur olan yedi gezegenin yörüngeleri kabul eden yorumdur. Buradaki yedi sayısının sınırlayıcı değil, çokluk bildirmek için kullanıldığı da düşünülebilir. 

 “Yaratılanlar” diye çevirdiğimiz halk kelimesi tefsirlerde “yaratma” şeklinde de açıklanmıştır. İlk yoruma göre Allah bütün yarattıklarını bilmektedir. Aristo ve onu izleyen bazı filozofların iddia ettiği gibi Allah yarattıklarının durumundan habersiz değildir; O hem yaratır hem de yarattıklarını bilir; onları yönetir, korur, besler, barındırır, çoğaltır, azaltır, yaşatır, öldürür... Kezâ O, yaratma işlevinden de habersiz değildir; 14. âyette belirtildiği gibi, O “yapıp yaratanların en güzeli”dir; yaratması ilimle, hikmetledir, bu sebeple de her yaratmanın bir anlamı, yarattıklarıyla ilgili bir gayesi vardır.

Buradaki halk ile insanların kastedildiği de söylenmiştir. Bu durumda âyetin ilgili kısmı, “Biz insanlardan, onların yapıp ettiklerinden habersiz değiliz” anlamına gelir (Râzî, XXIII, 87).

Toplam 7 kere aynı ifadenin yeni soy ifadesinin geçtiği ayetler

1)…. Dilerse sizi götürür ve yepyeni bir halk getirir.. İbrahim S.19
2)….(Allâh) yerinize sizden başka bir topluluk getirir.. Tevbe S.39
3)….Rabbim dilerse, sizi gönderip yerinize başka bir topluluk getirir.. Hud S.57
4)….soylarını kırdık, onlardan sonra da başka toplumlar yarattık.” Enbiya, S.11
5)….Onlardan sonra yine başka nesiller dünyaya getirdik.” Müminun S.42
6)…Dilediğimiz vakit elbette ‘’onların’’ yerine başkalarını getirebiliriz. İnsan S.28
7?)….Dilerse sizi ortadan kaldırır ve yerinize başka mahlûklar yaratır. Fatır S.16

Fatır S.16 da diğer ayetlerin ifadesinden ayrı BAŞKA MAHLUKLAR ifadesi geçer.

Bizden (İNSAN) önce 5 soy kırıldı. 6 biziz 7. Ne olabilir? GELECEK size ne vaat ediyorsa odur.

İşte bu 7. Şık Madam ‘Helena Petrovna Blavatsky’ cevabını henüz o zamanlar bilemediği 7 kök soyun, son ayağı MAHLUK EVRİLMESİNDE gizlidir.

De ki: “İster taş olun, ister demir. İsterse aklınıza imkansız gibi görünen herhangi bir yaratık!” Diyecekler ki: “Bizi hayata kim döndürecek?” De ki: “Sizi ilk defa yaratan.” Bunun üzerine onlar sana alaylı bir tarzda başlarını sallayacak ve “Ne zamanmış o?” diyecekler. De ki: “Yakın olsa gerek.”
İsra S.50. 

Ayette bahsi geçen “İsterse taşa veya demire dönüşün,” ifadesi yeni fiziksel görünümünde habercisidir-topraktan et bedene, et bedenden bir mikro çipe, mikro çipin bağlı olup hareket sergileyebileceği bir robota (demir) evrilmek bir evrimdir. Düşünce sisteminin bir makineye aktarımı ve makinenin fiziksel bir hale gelmesi (ister taştan ister demirden olun), taş mikro çipin elementinin bileşenlerinin tanımlamasıdır, demir ise bildiğin insan beyni destekli bir robot bedendir.


7 Cehennem kapısı

Cehennemin 7 Kapısı ve Cehennem Tabakaları

Kur'an-ı Kerîm'de Cehennem'in yedi kapısının olduğu belirtilmektedir.

"Cehennemin yedi kapısı olup, her kapıdan onların girecekleri ayrılmış bir kısım vardır." (el-Hicr: 15/44)

Bu kapı veya tabakalar şunlardır:

1- Cehennem: "Derin kuyu" demektir. Cehennem tabakalarına ait yedili tasnif sisteminde azabı en hafif olan en üst tabakadır. Sünnî âlimlere göre burası günahkâr mü'minlerin azap yeri olacak, bunların azabı sona erdikten sonra boş kalacaktır. Bu durumda cehennem, genel olarak ahiretteki azap yerinin bütününün; özel olarak da en üst tabakasının adı olmaktadır. Kur'an-ı Kerim'de 77 ayette geçmektedir.

2- Lâzâ (alevli ateş): "Hâlis ateş" anlamına gelen kelime Kur'an'da bir yerde geçmekte ve "bedenin iç organlarını söküp koparan" diye nitelendirilmektedir.[1]

"Hayır (Allah onu azabdan kurtarmaz) Çünkü o Cehennem alevli bir ateştir." (el-Meâric: 70/15)

3- Saîr (çılgın ateş): "Tutuşturmak, alevlendirmek" anlamındaki sa'r kökünden sıfat olup, Kur'an'da 17 ayette yer alır. Kur'an'da çoğunlukla cehennemin bir adı olarak, bazen de "tutuşturulmuş, alevli ateş" manasında kullanılmıştır.

"O şeytanlara (ahirette) çılgın ateş azabı hazırladık." (el-Mülk: 67/5)

Ayrıca on beş ayette daha bu isimle geçmektedir.[2]

4- Sakar (kırmızı ateş): "Şiddetli bir ısı ile yakıp kavurmak" anlamındaki sakr kökünden isimdir. Dört ayette cehennem kelimesi yerine kullanılmış, bunlardan Müddessir: 74/28-29. ayetlerde "yaktığı şeyi tüketircesine tahrip etmekle birlikte sönmeyip yakmaya devam eden ve insanın derisini kavuran" şeklinde nitelendirilmiştir.

"Hem ey Rasûlüm bilir misin, nedir o sakar (Cehennem)." (el-Müddessir: 14/27

5- Hâviye (uçurum): "Yukarıdan aşağıya düşmek" anlamındaki hüviy kökünden isim olan hâviye, "uçurum, derin çukur" manasına gelir. Kur'an'da sadece bir yerde[3] zikredilmiş ve ayetin devamında harareti yüksek ateş diye izah edilmiştir.

"O, kızgın bir ateştir." (el-Kâria: 101/9-11)

6- Hutame (kalbleri saran ateşli kaygı): "Kırmak, ufalayıp tahrip etmek" anlamındaki hatm kökünden olup, "Allah'ın yüreklere kadar tırmanan tutuşturulmuş ateşi" diye açıklanmıştır.[4]

"Şüphesiz o, Hutame’ye (ateşe) atılacaktır." (Hümeze: 104/4)

7- Cahim (yanan kızgın ateş): "Kat kat yanan, alevi ve ısı derecesi yüksek ateş" anlamında olup 26 ayette ve bazı hadislerde geçer. Kur'an'da daha çok cehennem yerine, birkaç ayette de "tutuşturulan yakıcı ateş" anlamında kullanılmıştır.

"Küfredenler ve ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar Cahim'in yarânıdırlar." (el-Mâide: 5/10)[5]

Kur'an'da cehennem için kullanılan başka kelime ve terkipler de mevcuttur.

Azabu’l-Harik: Beş ayette "azâbü'l-harîk" (yakıcı, ateş, yangın azabı) cehennem için kullanılır.

Hamim: 12 Ayette geçen "hamîm" (kaynar su) cehennemdeki azap türlerinden biri olmak üzere, bunun, cehennemliklere içirileceği ve başlarından aşağı döküleceği beyan edilir.

Semûm: Temas ettiği şeyi zehir gibi etkileyip dokularına işleyen sıcak rüzgâr anlamındadır. Cehennem azabının türlerinden olmak üzere iki ayette geçer.

Siccin: Hapishane, derin çukur anlamındaki "Siccîn" kelimesinin cehennemin veya oradaki vadilerden birinin adı olduğu kabul edilir.

Gayy, Veyl: Azıp sapmak anlamındaki "ğayy" kelimesi ile, yazıklar olsun, vay haline! anlamındaki "veyl" kelimesinin cehennemdeki bir kuyu, dağ veya vadinin adı olduğu da belirtilir.

İslam âlimleri, cehennemin yedi kapılı (yedi tabaka) oluşu üzerinde durmuşlardır.

Ebussuud'a göre kapıların daha az veya daha çok değil de yedi oluşu, oraya girmeye sebep olan vasıtaların, yani beş duyu organıyla, şehvet ve gazap temayüllerinin toplam aynı sayıda olmasıyla ilgilidir.

Elmalılı ise şöyle bir yorum yapmaktadır: İnsanın mükellefiyet organları beş duyu ile birlikte kalp ve tenasül uzvudur. Manevî anlamdaki kalp kapısı açık olursa kişi doğru yoldan yürüyerek cennete girer, aksi takdirde yedi organ, mükellefi yedi çeşit azaba sürükler. Nitekim cennet ehlinden söz eden ayetlerde onların kalplerinde kin ve kötülüğün bulunmadığı ifade edilir.[6]

Hâviye, uçurum, derin çukur demektir. Hâviye adlı cehennemin derinliğini düşün! Dünyadaki şehvetlerin, nefsânî isteklerin derinliklerinin bir sonu olmadığı gibi, Hâviye'nin de derinliğinin sonu yoktur.[7]

[1] Meâric: 70/15-16.
[2] 22/4; 31/21; 34/12 vs.
[3] Karia: 101/9.
[4] Hümeze: 104/4-7.
[5] M. Sait Şimşek, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/281. Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.
[6] Hak Dini, K. Dili, Eser Y. c 5, s. 3066.
[7] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.

7 Çift ‘’Hicr S.87
Andolsun, sana çiftlerden yediyi ve büyük Kur’an’ı verdik.

وَلَقَدْ اٰتَيْنَاكَ سَبْعاً مِنَ الْمَثَان۪ي وَالْقُرْاٰنَ الْعَظ۪يمَ 
﴾87﴿  Kuşkusuz sana tekrar tekrar okunandan (âyetlerden) yedisini ve yüce Kur’an’ı verdik.

Tefsir (Kur'an Yolu)

Allah Teâlâ, putperestlerin Hz. Peygamber’i üzen ve inciten inatçı, alaycı tutumlarına karşı resulünü teselli etmek üzere, kendisini âdeta çok değerli bir hediye ile, tekrar tekrar okunan yedi (âyeti) ve yüce Kur’an’ı vermekle onurlandırdığını ifade buyurmaktadır.

  “Tekrar tekrar okunan yedi (âyet)” diye çevirdiğimiz âyet metninde geçen mesânî kelimesi, mesnâ veya mesnâtün kelimesinin çoğulu kabul edilmiştir; “övgü” anlamındaki senâdan gelebileceği de belirtilmektedir. Mesânî kelimesi “katlanıp bükülerek ikilenen, başka bir şeyle takviye edilen” gibi mânalara gelir. Bir şeyin büklümlerine, katlarına da mesânî denilmekte, “tekrar tekrar yapılan, okunan” gibi bir anlamda da kullanılabileceği ifade edilmektedir. Konumuz olan âyetteki “seb‘an mine’l-mesânî” ifadesi müfessirleri epeyce meşgul etmişse de bu hususta en fazla kabul gören iki yorum vardır:

 a) Bir görüşe göre bu ifade ile Kur’ân-ı Kerîm’in, “es-seb‘u’t-tıvâl” diye anılan en uzun yedi sûresi kastedilmiştir. Bunlar Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ, Mâide, En‘âm, A‘râf, Enfâl (başında besmele bulunmayan Tevbe sûresi ile birlikte) sûreleridir. Bu sûrelerin “mesânî” diye anılmasının sebebi, içlerinde farzlara, hukukî emir ve yasaklara, cezalara ve geçmiş toplumlara dair ibretli kıssalara geniş bir şekilde ve tekrar tekrar yer verilmesidir. Ancak Hicr sûresi Mekke’de, anılan yedi uzun sûreden En‘âm ve A‘râf’ın dışındakiler ise Medine’de inmiştir. Bu durumda Mekke’de inen bir sûrede, henüz ortada bulunmayan sûrelerden söz edilmesi mâkul gözükmemektedir. Gerçi sûrenin özellikle bu âyetinin Mekke’de indiği söylenmişse de bu bilgi itimada şayan görülmemektedir.

 b) Daha çok kabul gören diğer görüşe göre “seb‘an mine’l-mesânî” ifadesiyle Fâtiha sûresi kastedilmiştir. Sûrenin böyle anılması ise yedi âyetten oluşması, namazda tekrar tekrar (her rek‘at) okunması, her okunuşta arkasından bir de zammı sûre ilâve edilerek bir nevi ikilenmesi, katlanması, sûrenin –ilki Allah Teâlâ’ya hamd ve senâ, ikincisi dua ve niyaz olmak üzere– iki bölümlü olması, biri Mekke’de peygamberliğin ilk döneminde, diğeri Medine döneminde olmak üzere iki defa nâzil olması gibi sebeplerle izah edilmektedir.

7 Kabe tavafı

Kâbe etrafında tavaf, tevhid fikrini temsil etmektedir. Bu hareketin ictimaî hayata ait olan mânâsı, birlikten ayrılmamak ve bu birliği korumaya çalışmaktır. Ferdî hayata ait mânâsı ise daha derin hakikatları ihtiva etmektedir. Çünkü gökler yedi kattır, insandaki nefis de yedi tanedir. Her dönüşte bir merhale, bir menzil aşılarak yedi kat göklerin üstüne çıkmak, maddî âlemin üstüne yükselmek demektir. Ayrıca iç dünyamızda yedi basamaklı olan nefsin en aşağı basamağından en üst basamağına yükselmesidir. Yani nefs-i emmâreden nefs-i mutmainneye çıkarak, hayvanî hayattan kurtulup, ruhânî hayata kavuşmak demektir.

Kâbe'yi tavaf, kâinat nizamından alınmış bir ibadettir. Seyyareler güneş, elektronlar çekirdek, pervaneler kandil etrafında döner; böyle bir merkez etrafında dönmek ona aşkla bağlılık anlamına gelir.

Kur'an-ı Kerim'de Cenab-ı Hak:
"Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan her şey O'nu tesbih eder. O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz onların tesbihinin farkında değilsiniz..." (İsrâ, 17/44)

buyurmaktadır.

Tabiat ilimlerindeki gelişme bu ayetin açıklamasına yardımcı olmuştur. Nitekim, önceleri cansız ve hareketsiz olduğu sanılan varlıklar da dahil olmak üzere bütün eşya atomlardan meydana gelmiştir. İşte atom çekirdeklerinin etrafındaki elektronlar, sürekli ve muntazam bir şekilde çekirdeğin etrafında dönmektedirler ki, bu durum Kur'an-ı Kerim tarafından Allah'ı tesbih olarak ifade edilmiştir. Bu bakımdan, İslâm'ın sembolü olan Kâbe etrafında dönmek de; dine gönül vermek, onun etrafında pervane kesilmek ve Allah'a bütün kalbiyle bağlanmaktır.

7 Kez Sava Merve arası yürüyüş
“Şüphesiz Safâ ve Merve, Allah’ın sembollerindendir.” (Bakara, 2/158) 

Önce, yalçın kayalarla dolu, sert ve yüksek birçok dağa nispetle hayli mütevazı olan iki küçük kaya tepeciğinin, yani Safâ ve Merve’nin “Allah’ın sembolleri” olduğu gerçeğini hatırlatmamız gerekiyor. “Ne özelliği var? Niçin bu iki küçük kayalık seçilmiş?” denilmemeli, Safâ ile Merve’yi Kur’an’da “Şeâirullah” yani “Allah’ın sembolleri” olarak adlandıran ilahî iradeye teslim olunmalı. 

Koşmak, hızlı yürümek anlamına gelen “sa’y”, bir arayıştır. Terim olarak, hac ve umrede Kâbe’nin doğu tarafındaki Safâ Tepesi’nden başlayarak Merve’ye dört gidiş, Merve’den de Safâ’ya üç dönüş olmak üzere bu iki tepe arasındaki gidişgelişe denir. Sa’y esnasında Safâ ile Merve arasında vadinin en derin kısmında (iki yeşil direk arasında) daha canlı ve hızlı yürümeye ise, “hervele” denilmektedir. 

Hacda yapılmakta olan sa’yin aslı, Hz. Hacer’in henüz süt emen oğlu İsmail için su ararken bu iki tepe arasında koşması hadisesine dayanır. Dolayısıyla Safâ ve Merve arasındaki sa’y, Allah’ın rahmetinin en büyük tecellilerinden biri olan anne şefkatinin Hz. Hacer validemizde kendini gösteren şeklinin yâd edilmesidir. Annelik şefkatine ve sevgisine İslam’ın verdiği değeri simgeleyen temsilî bir harekettir. 

7 coğrafik bölgeye sahip olan Türkiye devleti.
Vs. 7 ile ilgili daha bir çok örnekleri çoğaltabiliriz..



15 Aralık 2019

Cumhuriyet tarihinin en karanlık yılı: 1993 (Bugünü anlamak için düne bakmak gerekir)




Türkiye tarihinde karanlık dönemler vardır. Terör, faili meçhuller ve katliamlar peş peşe gelmiştir.. 1990'lı yıllar Türkiye’nin en karanlık 10 yılının yaşandığı dönemlerden biridir.. 1993 yılı ise o 10 yıllık sürenin en karanlık yılıdır.. Peki, 1993'te neler yaşanmıştı?

Karanlık yıl 1993... Cumhuriyet tarihinin en karanlık yılı... Üstelik o yıl, bu kirli unvanı fazlasıyla hak ediyor...

Mafya, derin devlet, PKK, operasyonlar, suikastlar, sır dolu ölümler, katliamlar ve dökülen onca kan...

Dev bir uyuşturucu operasyonu haberi ile başladı o karanlık yıl... Operasyonun hedefinde Lucky-Es adlı Panama bandıralı bir gemi vardı... Gemi 15 ton uyuşturucu taşıyordu... İstanbul polisi soğuk bir İstanbul sabahında 7 Ocak 1993 günü operasyon yaptı o gemiye... 1993'ün nasıl bir yıl olacağının sırrı o operasyondaydı... Lucky-Es operasyonu uyuşturucu kartellerini yani mafyayı derinden sarsmıştı ve yıl daha yeni başlamıştı...

UĞUR MUMCU SUİKASTİ!

Türkiye'de tek gündem o dev uyuşturucu operasyonuydu ocak ayının ilk 3 haftası boyunca... Ama gündem ay bitmeden bir anda değişti. Uğur Mumcu Cumhuriyet Gazetesi'nde yazıyordu...

Kalemi keskindi... 24 Ocak 1993 sabahıydı... Mumcu her zamanki gibi evinden çıktı, aracına bindi, kontağı çevirdi ve o an, orada hayatını kaybetti...

Amerika Birleşik Devletleri'ni, Avrupa Birliği'ni ve İsrail'i yakın takibe almıştı Mumcu... Hep o ülkeleri inceliyor. Bildiği her ayrıntıyı yazıyordu. Hatta ölmeden hemen önce bir de Kürt dosyası açmıştı... Teröre milli bir çözüm getirilmesi gerektiğini savunuyor, Güneydoğu'ya konuşlu çekiç gücün bir an önce ülkeyi terk etmesi gerektiğini söylüyordu.. Cinayet bir türlü aydınlatılamadı. Ancak o korkunç saldırının ardında tüm bu gerçeklerin olduğu iddiası da gündemden hiç düşmedi...

JAK KAMHİ'YE SUİKAST GİRİŞİMİ!

Türkiye'nin Uğur Mumcu suikastıyla sarsıldığı o günün sadece 96 saat sonrasında gündem yeniden değişti... Yıl zor başlamıştı... Öyle devam edecekti... Tüm işaretler bunu gösteriyordu...
28 Ocak 1993'te hedef bu kez Musevi işadamı Jak Kamhi oldu.. Kamhi, İstanbul Beylerbeyi'ndeki evinin önünde, teröristlerin lav silahlı saldırısına uğradı...

Şans eseri saldırıdan yara almadan kurtuldu... Suikastın sorumlusu çok geçmeden bulundu ama kayıptı... İsmi Yaşar Polat'tı... Karanlık biriydi... Polat, saldırıdan tam 10 yıl sonra yakalanabildi...
Cezaevine konuldu. İdamla yargılanmıştı... Ama idam cezası kaldırılınca, "müebbet hapse" mahkum edildi. Cezaevinde ise sadece 11 yıl tutuklu kaldı...

ADNAN KAHVECİ'NİN ÖLÜMÜ

Zor başlamıştı 1993... Öyle devam etti... 5 Şubat 1993 günü bu defa Anavatan Partisi'nin genç ve yetenekli isimlerinden biri, o dönem Cumhurbaşkanı olan Turgut Özal'ın yeniden siyasete dönme planındaki kilit isim Adnan Kahveci sır dolu bir trafik kazası geçirdi.

Bolu yakınlarında olmuştu kaza... Kahveci - eşi ve henüz 17 yaşındaki kızları orada hayatlarını kaybetti.. Ancak kaza ilginçti... Çünkü Kahveci ters yola girmişti... Oysa onu tanıyanlar Adnan Kahveci'nin asla hız yapmadığını ve çok dikkatli araç kullandığını biliyordu.

Üstelik Adnan Kahveci de o günlerde tıpkı Uğur Mumcu gibi bir Kürt raporu yazıyordu... Ölümünün üzerindeki sis perdesi asla kalkmadı...

EŞREF BİTLİS'İN UÇAĞI NEDEN DÜŞTÜ?

Yine o Şubat ayında Türkiye bir başka ölüm haberiyle daha sarsıldı.. Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis, tıpkı Uğur Mumcu ve Adnan Kahveci gibi terörün milli çözümle sona erdirilmesi için çalışan biriydi...

Uçağı 17 şubat 1993'te düştü... Bitlis şehit oldu... Ama ölmeden önce kurduğu cümleler o ölümün ardında da görünmez bir el olduğuna işaret ediyordu... Bitlis, Güneydoğu'ya konuşlu Çekiç Güç'ün Türkiye'den ayrılması gerektiğini söylüyordu..

Hatta ölümünden sadece 10 gün önce İncirlik'ten havalanan Amerikan uçaklarının PKK'lılara yardım ettiğini açıklamıştı. Uçağın neden düştüğü hiç aydınlatılamadı.. Onun ölümü de o yıl gerçekleşen ve gerçekleşecek diğer ölümler gibi hep karanlıkta kaldı.

TURGUT ÖZAL'IN ANİ VEFATI

Türkiye ardı ardına gelen ölüm haberleriyle sarsılmaya devam etti 1993 yılının ilk aylarında... Ama ülkeyi en derinden sarsan haber kuşkusuz 1993'ün 17 Nisan günü geldi... PKK'nın başı Öcalan 16 Nisan 1993'te süresiz ateşkes ilan ettiğini duyurmuştu... Açıklamayı 17 Nisan günü Şam'da yapacaktı...

Gazeteciler ve hatta dönemin vekilleri o gün o toplantıya katılmak için yoldaydı... Haber ziyaretçiler daha Şam'a ulaşamadan geldi... Cumhurbaşkanı Turgut Özal kalp krizi geçirmişti... Daha doğrusu ölüm raporuna ölüm nedeni öyle yazılacaktı... Ama o şok ölümün, tam da o güne denk gelmesi akıllarda ister istemez bir soru işareti doğurdu... Özal öldü mü öldürüldü mü sorusu hep soruldu...

VE PKK SAHNEDE

Kabusla başlamıştı 1993.... Kabus Mayıs'ta da sürdü... Hatta içinden çıkılmaz bir hal aldı... Çünkü artık PKK sahnedeydi...Ateşkes yine Öcalan'ın talimatıyla bozuldu... PKK Özal'ın ölümünün ardından ilk büyük eylemini 25 Mayıs 1993 günü Bingöl-Elazığ yolunda yaptı... Teskere almış 33 silahsız asker o gün orada şehit edildi... Artık PKK vardı sahnede ve terör kalan aylarda aralıksız sürecekti...

PKK'nın; Van'da, çoğunlukla Bağımsız Devletler Topluluğu'ndan gelenlerin kaldığı Yenigün Oteli'ni ateşe verdiği gün takvimler 30 haziran 1993'ü gösteriyordu... O yangında 11 sivil öldü... 2 Temmuz 1993 günü ise kanlı örgütün hedefi bu defa Şırnak'taki Çelik Karakolu oldu... 16 er o baskında şehit düştü..

MADIMAK VE BAŞBAĞLAR KATLİAMLARI!

Temmuz gelmişti... Ama sıcak temmuz, karanlık geçiyordu... Sivas'taki Madımak Oteli işte o ay yakıldı. Kentte Pir Sultan Abdal şenlikleri vardı o Temmuz'da... Aziz Nesin'in de aralarında bulunduğu çok sayıda yazar - şair - düşünür Sivas'taydı... O korkunç katliamın işaret fişeğini görünmez bir el yaktı.. Madımak Oteli'nde 33 ozan, düşünür ve yazar ile 2 otel çalışanı yanarak öldü.
Olaydan bir gün sonra 35 kişi gözaltına alındı alınmasına ama aradan yıllar geçmesine rağmen o gün fişeği ateşleyen karanlık elin asıl sahibi asla bulunamadı...

MADIMAK KATLİAMI TAM BİR KARA LEKEYDİ...

Ve o leke 72 saat sonra daha da büyüyecek, yayılacaktı... 5 Temmuz 1993 günü hedef bu defa Erzincan'ın Başbağlar köyü oldu.. Başrolde yine PKK vardı... 33 masum köylü o gün orada kurşuna dizilerek katledildi.

Tam 2 hafta sonra, 18 Temmuz'da ise , aynı örgüt Van'ın Bahçesaray ilçesine bağlı Sündüz Yaylası'nda ortaya çıktı... Hedef yine sivillerdi... Baskında 22'si çocuk ve kadın 26 masum can verdi...
Artık ardı ardına PKK saldırılarının haberleri geliyor ve hedef hep siviller oluyordu... Ağustos ayında terör örgütü bu defa Bitlis'in Mutki ilçesinde ortaya çıktı...

Bir otobüs tarandı.. 15 kişi öldü.. 23 Ağustos'ta ise Iğdır'da 14 asker şehit edildi..

SİNCAR SUİKASTİ!

Kara yıl 1993, yavaş yavaş bitiyordu artık... Yaz zor geçmişti... Sırada sonbahar vardı ve kan dinmek bilmiyordu... O yılın 4 Eylül'ünde, Halkın Emek Partisi yani HEP'in kurucularından Mehmet Sincar öldürüldü... O cinayet de hiç aydınlanmadı...

93 demek ölüm demekti... 22 Ekim 1993 günü bu kez Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın bir suikasta kurban gitti... O da terörün demokratik yöntemlerle çözülebileceğini savunan bir isimdi...

Kanla beslenen örgüt gündemi belirliyordu artık... Kan döküyor sivilleri katlediyor ve bebek katili unvanını alıyordu...

Teröristler; 4 Ekim'de Siirt Şirvan'da çoğu kadın ve çocuk 23 kişiyi öldürdü... 7 Ekim'de Tunceli Pertek'te 4 öğretmeni şehit etti... 22 Ekim'de ise Siirt Baykan'da bu kez çoğu bebek 22 köylü katledildi...

Korkunç günlerdi... 25 Ekim'de Erzurum'un Çat ilçesine bağlı Yavi beldesinde terör örgütü PKK bu kez en büyük katliamlarından birini daha yaptı... Köy kahvesi basıldı... 35 masum sivil o baskında öldü... Yaralı sayısı ise resmi kayıtlara 500 kişi olarak geçti...

CEM ERSEVER'İN ÖLÜMÜNDEKİ SIR NE?

Millet yıl bitsin istiyor, terör sussun istiyordu... Ama ne yıl bitiyor, ne de terör susuyordu... 4 Kasım 1993'te Türkiye yeni bir cinayet haberiyle daha sarsıldı... Hedef yine terörün demokrasiyle sona ereceğini savunan biri, emekli Binbaşı Cem Ersever'di bu kez..

Ersever, ölümünden 10 gün kadar önce, faili meçhul davasında mahkemeye ifade vermiş. Terörle mücadele adına yapılan kanunsuzlukları ve uyuşturucu ticareti gibi yasa dışı faaliyetleri açıklamıştı... Onun ölümü de diğer faili meçhuller gibi hep karanlıkta kaldı...

Sanki görünmez bir el vardı ve düğmeye basmıştı...

1993; terörle, katliamlarla ve suikastlarla geçti.. İktidarda DYP-SHP koalisyonu vardı... Ancak koalisyon olan bitene hiç bir çare üretemiyordu.. Nitekim yıl biterken o koalisyon da dağılacaktı...

Şimdi o yıldan ve o kara günlerden arda kalan tek bir gerçek var.. O da şu; Türkiye o karanlık yılda yani 1993'te çok ama çok şey kaybetti...


09 Aralık 2019

Kabir Azabının Hadislerdeki Dayanağı





İ.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi Bahar 2018 / 9(1) 21-46

Günümüzde Polemik Konusu Yapılarak Tartışılan Kabir Azabının Hadislerdeki Dayanağı*

* Bu makale, 2-3 Mayıs 2018 tarihinde Malataya’da düzenlenen 21. Asırda İslam Dünyasının Görünümü temalı ikinci Uluslararası İslam ve Yorum Sempozyumu’nda sunulan tebliğimiz-den makaleye dönüştürülerek hazırlanmıştır.
** Prof. Dr., İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Saffet SANCAKLI**

Özet: Kabir hayatı ve azabı, geçmişten günümüze sürekli merak edilen ve üzerinde birçok tartışma-ların yapıldığı konulardan birisidir. Günümüzde de bu konu gündeme gelmekte ve bazı kişiler kabir hayatını kabul etmekle beraber kabir azabını reddetmektedirler. Bu çalışmamızda kabir azabını red-dedenlerin söylemlerini, iddialarını çürütücü mahiyette ayet-i kerimelerden ve özellikle de hadis-i şeriflerden deliller getirmek suretiyle ehl-i sünnet görüşünü ortaya koymaya çalışacağız. Konuyu branşımız olan hadisler bağlamında daha geniş bir yelpazede ele alıp incelemeye çalışacağız. Aynı zamanda tarihi süreç içerisinde kabir azabıyla ilgili bazı âlimlerin görüşlerine de yer vereceğiz.

I-Kabir Azabına Genel Bir Bakış
Semavi Dinlerin tamamında ve Beşeri Dinlerin birçoğunda ahiret inancı mevcuttur. Ölümden sonraki hayatın bir parçası olan kabir azabı, günümüz or-tamında tartışma konusu yapılan konular arasında yer almaktadır. Bununla beraber pek çok İslami konu da, ulu orta sağlam bir dayanağı-delili olmadan red-dedilerek inkâr edilmektedir. Bu bağlamda kader, mucize, kabir azabı, şefaat, miraç gibi asırlarca İslam âlimlerinin reddetmediği bu tür konular bugün inkâr edilerek insanların zihinlerinde dine karşı bazı şüpheler uyandırılmaktadır. Mo-dernizmin yoğun bir şekilde etkisinin yaşandığı günümüzde bu tür görüşlerin yerli olduğunu veya ithal olmadığını söyleyemeyiz. Çünkü bizim geleneğimizde, anlayışımızda bu tür anlayışların yerinin olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Aynı zamanda tutarlılığının ve dayanağının olmadığını da ifade etmek isteriz.

Buradaki mesele, birinci derecede kabir hayatının varlığı, ikinci aşamada da kabirde azabın olup olmayacağı meselesidir. Kabir hayatının varlığını hemen hemen herkes kabul etmekte, kabir azabı konusu ise günümüzde polemik ko-nusu edilmekte ve bazıları tarafından reddedilmektedir. Gerekçeleri ise akli olup, hesap, mizan olmadan azabın olmasının uygun olmayacağı sonucuna va-rılmaktadır. Halbuki bu anlayış ve yaklaşım tarzı şu açıdan da yanlış görülmek-tedir. İçinde yaşadığımız dünya hayatında bazı insanlara veya işledikleri suçlar-dan dolayı bazı kavimlere ceza verildiğini bilmekteyiz. Özellikle helak edilen ka-vimlerden çokça bahsedilmektedir. Dolayısıyla onların mantığına göre hareket edilmiş olunsa dünya hayatında hesap ve mizan olmadan kimseye ceza verilme-mesi gerekirdi. Başka bir husus da gayb âlemiyle, metafizik dünya ile ilgili me-seleleri rasyonalist bir yaklaşımla halletme yoluna gidilmesi hatası yapılmakta-dır. Halbuki dini meseleler, birinci derecede nakli delillere dayanmaktadır. Gü-nümüzde pek çok dini mesele de akıl ön plana çıkarılarak akıl ve duyuların üret-tiği bilgilerle değil, kitap ve sahih hadislerin ortaya koyduğu bilgilerle hareket edilmesi elzemdir.

İnsanların kabir hayatının keyfiyeti ve mâhiyeti konusunda nassların ver-diği bilginin dışında bir malumatları yoktur. Daha doğrusu kabir hayatının key-fiyeti ve mâhiyeti meçhuldür. Bu mesele, daha çok iman ve itikat konusudur.1 İslâm’da âhiret gününe ve o günde meydana gelecek şeylere iman etmek gerekli olduğu gibi, âhiret gününden önce olan kıyamet alâmetlerine ve ruhun kabzedil-mesinden kıyamet gününe kadar sürecek olan ‘berzah âlemine’ inanmak da va-ciptir. Âhirete iman, kitap ve sünnette bu konularda zikredilenlere inanmayı da içine alır. Çünkü berzah meseleleri, kabir nimeti ve azabı, kabir suâli, kabirden kalkış ve bunu takip eden şeylerin hepsi gayba iman konularındandır. Kur’ân-ı Kerîm ise gayba iman etmenin’ mü’minlerin vasıflarından biri olduğunu bildiri-yor. Öyleyse ruhun kabzedilmesi ve kabir ahvâli gibi konularda sahih şer’î nas-larla sabit olan hususlara inanmak ‘âhirete iman’ esasına dâhildir.

II-Günümüzde Kabir Azabı Tartışmaları
Geçmişte bazı ehl-i sünnet dışı mezhepler olduğu gibi, günümüzde de bazı kişiler, kabir azabının olmayacağını; zira Kur’ân’a göre kabir azabının olmadı-ğını; bu konudaki rivayetlerin ise uydurma olduğunu savunmaktadır. Bu kişiler-den biri de, bu alanda “Kur’an-ı Kerim’e Göre Kabir Azabı Var mı?” adıyla bir kitap kaleme almış olan Mehmet Okuyan’dır. Okuyan, konuyu daha çok ayetler ışı-ğında ele almış; bu konudaki rivayetlerin ise uydurma olduğunu ifade etmiştir. Okuyan, kitabında özetle; Kur’ân’a göre hayat, dünya ve âhiret olmak üzere iki çeşit olduğu için azap da dünya ve ahirette olmak üzere iki çeşittir. Ölülere hiçbir şey işittirilmeyeceği ve onlardan hiçbir şey duyulamayacağı Kur’ân’da açıkça or-taya konulmuştur. Buna rağmen, geçmiş kültürlerin etkisinde oluştuğunu dü-şündüğümüz ve güvenilirlikleri son derece problemli olan rivayetleri esas alarak, ölmüş insanların kabirde cezalandırılmasına veya mükâfatlandırılmasına inan-mak Kur’ân’a uygun bir kabul değildir, demektedir.

İslâm âlimleri, hangi âyetlerin kabir azabına işaret ettiği ve azabın bedene mi yoksa ruha mı olacağı gibi hususlarda ihtilaf etmişlerdir, ancak en azından âlimler arasında kabir azabını toptan reddeden kimse olmamıştır. Dolayısıyla Okuyan’ın ulaştığı bu kanaatin tenkide açık olduğunu söyleyebiliriz.

Okuyan’a cevap mahiyetinde yazılmış bir makalede şöyle denilmektedir: Madem ki, ölüm ötesi gaybî bir alandır; o halde niçin gaybî alana dair kesin bil-giye sahipmiş gibi konuşulmaktadır? Ayrıca bir taraftan “Ölüm ile ba’s arasında geçen zaman içerisinde ruhlar dünyadaki amellerine göre kısmen mükâfat veya mücazat görürler.” diyenlerin hiçbir delile dayanmadıkları ifade edilirken, diğer taraftan “kabirde azap da yoktur mükâfat da” görüşünün Kur’ân’a dayandığı söylenmekte; ama öte yandan da “Gerçeği Allah bilir.” denilmektedir. Okuyan, sadece Kur’an’a dayandığını söylemiş olsa da, aslında bu görüş kendine mahsus, kendisini ilgilendiren kişisel bir görüştür.

Bizce kabirde azabı ve mükâfatla ilgili onlarca hadisi bir çırpıda inkâr et-mek, reddetmek ilmi bir anlayış değildir. Oysa bu hadislerin hemen hemen tamamı Kütüb-i Sitte’de yer almakta dır.

III-Kabir Hayatı/ Berzah Alemi ve Kabir Azabı
Kabir, Arapça bir kelime olup, “insanın ölümden sonra defnedildiği yer” anlamına gelmekte, çoğulu “kubûr”dur. Aynı anlamda “makbera”, “mekâbir”, “makbûre” kelimeleri de kullanılmaktadır.

Berzah kelimesi ise, lügatte “iki şey arasına giren engel, mânia, ayırıcı hudut gibi manalara gelmekte olup çoğulu “berâzîh”tir. Bu anlamıyla “ölümle-hayat, Âhiret ile dünya arasına giren perde, engel” manasına gelmektedir.

Kabir ve Berzah kelimelerinin Kur’an’daki, ıstılah manaları da lügat manasıyla aynıdır ve “insanın öldükten sonra defnedileceği yer” anlamına gelmektedir. “Berzah, sizinle âhiret arasındaki şu kabirlerdir.” sözünü nakleder.

Berzah hayatında her ne kadar ceset de ruhla birlikte azap ya da nimete iştirak ediyorsa da bazı parçaları hariç, çoğunlukla cesetler çürümüş olup ruhlar baki olduğundan bu âleme “âlem-i ervah” yani ruhlar âlemi ismi de verilmektedir. Bu hayata berzah’tan başka dünya ile âhiret arasındaki ‘geçiş alanı’ veya ‘tampon bölge’ demek de mümkündür.

Bizim inancımıza göre her canlı ölümü mutlaka tadacaktır. Ölüm ile kıyamet arasında yaşanılacak olan berzah âlemi, İnsanoğlunun çıkmış olduğu uzun ahiret yolculuğunun bir parçasıdır. Kabir, âhiret hayatının başlangıcıdır. Ruhlar âleminde yaratılan insan, doğumla birlikte dünyaya teşrif etmektedir. Yine aynı şekilde ölüm dediğimiz olayla dünya hayatını terk etmekte, bilahare berzah âlemi başlamakta ve orada kıyamet beklenmektedir. Kıyametle birlikte sonsuz Günümüzde Polemik Konusu Yapılarak Tartışılan Kabir Azabının Hadislerdeki Dayanağı âlem olan ahiret âlemi başlayacaktır. Kabir hayatı, insanın ölümünden başlayarak yeniden diriltileceği güne kadar kalacağı, geçici bir bekleme yeridir. Kendine mahsus şart ve özellikleri söz konusudur. İşte bu süreçlerden sadece birisi ve gayb âleminin içerisinde yer alan kabir hayatı gerçekleşmektedir. Bu hayatın varlığını, mahiyetini ve gerçekliğini nakli deliller bize kesin olarak haber vermektedir.

Ölü kişinin kabirdeki durumu, onun imanına ve dünyada iken işlediği amellerine göre değişecektir. Hadis-i şeriflerin açıklamalarına göre kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukur olacaktır. Eğer dünyadayken kişinin imanı varsa ve cenneti kazandıracak ameller yaptıysa kabir onun için cennet bahçelerinden bir bahçe; aksi takdirde cehennem çukur-larından bir çukur olacak, dolayısıyla kabirde azap görecektir.

Tirmizî, Kıyamet, 26.- Toprak, Süleyman, “Kabir/ Kelâm”, DİA, XXIV, 37. - Gazzali, İhyau 'ulumi'd-din, ts., yy., Daru'ş-şa'b, IV, 2364. - Gazzali, Kava'idu'l-akaid, Alemü'I-kütüp, Beyrut, 1985, s. 63.

Kabir hayatı dediğimiz zaman çoğunlukla “kabir suali”, “kabir azabı”, “kabir nimeti”, “ruhla ilgili bilgiler”, “ölülerin berzah âleminde birbirleriyle görüşmeleri”, “hayattakilerin berzahtakilerle görüşmeleri” gibi konular ilk etapta akla gelmektedir.

İslâm inancına göre ölen kişi ateşte yanmış, suda boğulmuş veya bedeni diğer hayvanlar ve canlılar tarafından yenilmiş olsa da bu merhaleden geçecek ve kıyamet günü diriltileceğinden de hiç şüphe yoktur.

IV-Kabir Azabının Vukuunun Aklen Mümkün Olması
Kabir sorgu meleklerinin sorgulamasının dinen sabit, aklen mümkün olan şeylerden olduğu için gerçek olduğu kabul edilmektedir. Kabir azabının varlığı aklen de mümkün olan hususlardandır. Bu itibarla kabirde insanın azap görece-ğine inanmak zorunludur. Bu yüzden Gazzali, kabir azabını inkâr edenleri bid’atçi, Allah'ın, Kur'an'ın ve iman nurundan mahrum kimseler olduğuna hük-metmiştir. Gazzali'ye göre aslında kelime-i şahadetin ikinci kısmı olan 've eş-hedü enne Muhammeden abduhu ve resuluhu' ifadesi aynı zamanda Münker-Nekir'in sorgulaması gibi hususlara da iman etmeyi gerektirmektedir.

Akıl-nakil ilişkisi bağlamında “Kânûnü’t-Te’vîl” adlı eserinde hadîslerin anlaşılmasına dair üç yaklaşım ileri süren Gazâlî’nin (ö.505/1111) bu yorumlarını özetleyen Görmez’in şu ifadelerini aktarıyoruz:

 “Akıl ile nakil arasında çelişki görülen her yerde, sadece aklı esas alarak nakli reddetmek ne derece ifrât ve yanlışlık ise, nakli esas alıp aklı yok saymak da o derece bir aşırılık ve tefrît olur. Zira birinciler; akıllarına muhalif gibi görülen her haberi reddetmekle kalmazlar, Hz. Peygamber’den gelen bu tür haberlerin hilaf-ı hakikat olduğunu, ancak Hz. Peygamber’in gönderildiği toplumun seviyesine inmek için bunları telaffuz ettiklerini söylerler. Bu, Hz. Peygamber’e yalan isnat etmek olduğu için, apaçık bir küfürdür.

İkinciler ise; her şeyi Allah’ın kudretiyle izah ederek, naklin en büyük şahidi olan aklı dışlamak ve reddetmek konumuna düşerler ki, bu da naklîn kendisini yalanlamak mesâbesindedir.

Öyleyse yapılacak şey, bu hususta orta bir yol takip ederek, akıl ve nakli yorumlamak yoluyla, cem, te’lif ve telfîk etmektir. Ancak burada da asıl problem, hangisine öncelik tanınması gerektiğidir. Akla öncelik tanıyarak bütün hadîsleri mantikî çözümlemelerle anlamaya çalışanlar, akıllarına ters gibi görünen birçok sahîh hadîsi reddetmek tehlikesi ile karşı karşıya kalırlar. Nakle öncelik tanıyanlar ise muhal olmayan her şeyi kabule yanaşırlar; hakikatin kendisine vâkıf olamazlar. Gazâlî’ye göre bu konuda takip edilecek metod; akıl ve nakli bir ve beraber kabul ederek, birini diğerine tercih etmeden anlamaya ve yorumlamaya çalışmaktır.”

Görmez, Mehmet, Sünnet ve Hadîsin Anlaşılması ve Yorumlanmasından Metodoloji Sorunu, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2000, s. 252. - Kâdî Abdulcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, sh., 732. - Kâdî Abdulcebbâr, Fazlu’l-İ’tizâl ve Tabakâtu’l-Mu’tezile, Tunus, 1974, s. 202. - Buharî, Cenâiz, 68. - Kâdî Abdulcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 732.

Mu’tezile akılcılığı bile mutlak değil, kısmî bir akılcılık olarak görmek mümkündür. Mu’tezile’ye göre, kabir azâbı konusu da, aklın alanına değil, naklin alanına giren bir husustur ve bu nedenle nasslarda vârid olduğu şekliyle bu hususlara iman etmek gerekir. Meselâ Kâdî Abdulcebbâr (ö.415/1024), kabir azâbı meselesinin, sual, münker-nekir, mîzân ve sırat gibi akılla anlaşılamayıp sadece nakil ile bilinebilecek bir konu olduğunu söyler. O, bu konuyla ilgili gelen rivayetler de sahîh olduğundan, bu hususta nasslarda vârid olanı kabul etmenin en sağlam ve en tutarlı yol olduğunu belirtir. Bu nedenle nasslarda vârid olduğu şekliyle bu hususlara iman etmek gerekir. Bu nedenle, ona göre, ölü, (dirilerin) ayaklarının sesini duyar‛ hadisinden yola çıkarak, ölüye azâb edilmesinin hak olduğunu söyler.

Gazzali'ye göre, kabirde ölünün çektiği azabın dışardan belli olması veya bedende tezahür etmesi şart değildir. Bu durum tıpkı uykuda rüya gören kimsenin durumu gibidir ki, dışardan bakan, uykuda iken gördüğü rüya sebebiyle ihtilam olan kimsenin rüyasında aldığı hazzı veya dayak yiyenin çektiği acıyı hissedemez. Ayrıca kabirde, bedenin bir nebzesine azabı hissedecek kadar hayatın geri verilmesi mümkündür. Bu itibarla yırtıcı hayvanın parçaladığı insanın durumu düşünüldüğünde, hayvanın karnının o kimse için kabir hükmüne geçtiğini kabul etmek gerekir. Binaenaleyh, Mutezile'nin bir kısmı, 'ölünün acıyı hissetmediği müşahede ile sabittir, ayrıca yırtıcı hayvanın parçaladığı kimsenin kabri söz konusu değildir' diyerek kabir azabını inkâr etmeleri yersizdir.

Gazzali, el-lktisad fi’l-i'tikad; Daru'l-kütübi'I-ilmiyye, Beyrut, 1304/1983, s. 135-136. - Oğan, agt., 12. - Yavuz, Yusuf Şevki, “İbn Hazm/İtikadi Görüşleri”, DİA, İst. 1999, XX, 55.

V-Kabir Azabını Reddedenlerin İddiaları ve Söylemleri
Kabir hayatının varlığı, Kur’an, Sünnet ve İcma ile sabittir. Kur’an’da bir çok yerde kabir hayatına dikkat çekilmiş; Hz. Peygamber (sav) kabir hayatını “ahiret duraklarının ilki” olarak nitelendirmiş; âlimler de kabir hayatının varlığı hususunda icma etmişlerdir. Bu hayat ölümden hemen sonra başlayacaktır. Kıyametin kopmasına kadar da devam edecektir. Bu âlem, dünya ile Âhiret arasında geçici bir istasyondur. Dünyada Allah’ın rızasına uygun hareket eden insanlar, henüz kabir hayatındayken cennetvâri bir hayat yaşamaya başlayacaklardır. O’na isyanlarla dolu bir hayatın sonunda buraya gelenler ise burada azap ve sıkıntı çekmeye başlayacaklardır. Ehl-i sünnet âlimlerine göre, kabirde hem beden, hem de ruha azap veya nimet söz konusudur.

İbn Hazm’a (ö.456/1064) göre “ibtida” âleminde yaratılan ruhlar, “ibtila” âlemine indikten ve birleştikleri bedenleri terk etmesiyle gerçekleşen ölümden sonra kabirde sorgulamaya tabi tutulur, bunun ardından dünya semasında bulunan ruhlar âlemine intikal ederek kıyamete kadar nimet veya azap içinde bulunurlar. Ölümün ardından gerçekleşen berzah döneminde ruhların cesetlerle hiçbir alakası kalmaz, zira cesetler zamanla toprağa dönüşür ve yok olur. İslâm filozoflarına göre, bedenlerden ayrılan ruhların artık bir daha ne kabirde, ne de kıyamette bedenlerine dönmeyecek ve ölümden sonraki haller sadece ruhî olacaktır.

İslâm ümmeti içerisindeki genel kanaat ise, ölümden sonra kabirde ruhun tekrar bedene döneceği, sorgulamanın ve azab ile nimetin ruh-beden bütünlüğüne yönelik olacağı şeklindedir. Çünkü ruh-beden ayrılığı, hayatın olmaması anlamına gelir. Hâlbuki kabirde bir hayat vardır ve bu da ancak ruhun beden ile irtibatı şeklindedir. Ruh her ne kadar bedenden ayrılmış, ondan soyutlanmış ise de hiçbir şekilde onunla bir irtibatı bulunmayacak surette ondan ayrılmaz.

El-Hanefî, İbn Ebi’l İzz, el-Akidetü’t-Tahaviyye ve Şerhi, çev. M. Beşir Eryarsoy, 2. Baskı, Gu-raba Yay. İstanbul 2008, s. 430. - Tekâsûr, 102/2. - Hacc, 22/7. - Abese, /21. - Yasin, 36/52.- Mü’minun, 23/100. - Tûr, 47. - Mücâdele, 15. - Râzî, Ebû Abdullah Fahreddin Muhammed b. Ömer b. Hasan b. Hüseyn et-Teymî, et-Tefsîru’l-kebîr (Mefâtîhu’l-ğayb), Dâru İhyâi’tTürâsi’l-Arabî, Beyrut, 1420, XXIX, 497.

VI-Kur’ân-ı Kerim’de Kabir Azabına İşaret Eden Âyetler
Kabir hayatı ve azabıyla ilgili doğrudan ve dolaylı olarak pek çok âyet-i kerime söz konusudur. Âlimler, bu konuyu hadislere dayandırdıkları gibi, âyetlere de dayandırmaktadırlar.

Kabir kelimesi, Kur’an’da şu şekillerde geçmektedir:
 “Çoğunluk olmak iddianız sizi o kadar meşgul etti ki, mezarları ziyaretle oradakileri de sayacak kadar oldunuz.” “Şüphe yok ki kıyamet mutlaka gelecektir (kopacaktır). Kabirlerde olanları diriltecek olan Allah’tır.” “Sonra onu öldürdü ve kabre gömdürdü.” “(İşte o zaman:) Eyvah, eyvah! Bizi kabrimizden kim kaldırdı? Bu, Rahman’ın vaat ettiği şeydir. Peygamberler gerçekten doğru söylemişler! Derler.” “Ta ki boşa geçirdiğim dünyada iyi iş (ve hareketler) yapayım.” Hayır! Onun söylediği bu söz (boş) laftan ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır.”

Bu âyetlerin zahirine bakıldığında kabir hayatının varlığına vurgu yapılmaktadır. Bir kısım ayetler bu minvalde olduğu gibi, aynı zamanda kabir azabından bahseden âyetler de söz konusudur. Onlardan bazılarını burada vermek istiyoruz.

Âhiret azabından evvel başka bir azabın daha olduğunu bildiren âyetlerden biri şudur:

“O zâlimlere, ondan (âhiret azabından) evvel başka bir azap daha vardır, lâkin pek çoğu bilmez.” “Allah onlara çetin bir azap hazırlamıştır.”

âyet-i kerimelerinin kabir azabına işaret ettiğini söyleyen müfessirler olmuştur.

Fahreddin Râzî, bazı muhakkık âlimlere göre bu âyetten murâdın kabir azabı ol-duğunu söyler. Çünkü bir âyet sonra ikinci bir tehdit gelmekte ve onlar için alçaltıcı bir azap olduğu bildirilmektedir. İki âyetin de aynı azabı ifade etmesi tekrar olacağından Kur’ân’ın fesahat ve belâğatına uygun görülmemiştir.

 “(Allah inkârcılara) «Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?» diye sorar. «Bir gün veya daha az bir süre kaldık, sayanlara sor» derler.” Mâturîdî (ö.333/944), Mukâtil b. Süleyman’dan “kabirlerde kaldıkları” görüşünü nakleder.

Mü’minûn, 23/112-113. - Mâturîdî, Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd, Ebû Mansûr, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne , thk. Mecdî Baslûm, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2005, VII, 499-500. - Mü’min, 40/46. - Taberî, Muhammed b. Cerîr b. Yezîd b. Hâlid Ebu Ca’fer, Camiu’l-Beyan An Te’vîli’l-Kur’ân, Dâru’l-Kütübi’l İlmiye, Beyrut 1992, V, 2070–2071. - Nesefî, Hafizuddin Ebu’l-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmud en-Nesefî, Tevhidin Esas-ları, çev. Hülya Alper, İz Yay., İstanbul 2007, s. 131. - İbn Kesîr, Tefsiru Kur’âni’l Azim, Çev. Bekir Karlığa- Bedrettin Çetiner, Çağrı Yay., İstanbul 1985, XIII, 7001-7003. - Karaman, Hayrettin ve diğerleri; Kur’an Yolu, DİB Yay., Ankara, 2007, IV, 574. - Tevbe, 9/101. - Taberi, age., IV, 349-350.

“Onlar (kabirlerinde kıyamet gününe kadar) sabah ve akşam ateşe arz edileceklerdir. Kıyamet koptuğu gün de: “Fir’avn ve kavmini en şiddetli azaba sokun”denilecek-tir.” Taberî (ö.310/909), burada zikredilen azgın kişileri Yüce Allah’ın helak edip boğduktan sonra onların ruhlarının kıyamete kadar her gün sabah akşam iki kere ateşe sunulduğunu ifade etmiştir. Nesefî’ye (ö.710/1310) göre bu azap kıyametten önce olacaktır. İbn Kesîr (ö.774/1370) ise, bu âyetle ilgili olarak, “Bu âyet, Ehl-i Sünnet’in kabir azabının varlığına dair görüşünü temellendirdiği için, en büyük bir asıldır.” diyerek kabirde azabın yalnız ruhlara yapılacağını, kıyamet gününde ise beden ve ruh birleştirileceğinden azabın daha şiddetli olacağını söylemektedir. Hz. Peygamber’in bilahare her namazda kabir azabından Allah’a sığındığını kaydetmektedir.

Diyanetin hazırlatmış olduğu “Kur’ân Yolu” adlı tefsire göre “sabah akşam” sözü, azabın sürekliliğini ifade eden bir deyimdir. Âyetin bu bölümü, “berzah” denilen ölümle kıyamet arasındaki dönemde inkârcıların ruhlarına her gün sabah ve akşam cehennemdeki yerlerinin gösterileceği şeklinde yorumlanmış ve kabir azabının varlığına delil olarak gösterilmiştir.

“Çevrenizdeki Bedeviler içinde ikiyüzlüler ve Medineliler içinde de ikiyüzlülükte direnenler vardır. Onları siz değil, ancak Biz biliriz. Kendilerine iki defa azab edeceğiz; onlar sonra da büyük bir azaba uğratılırlar.” Taberî’ye göre; iki azaptan ilkinin, “münafıkların dünyadayken uğrayacakları sıkıntılar, yenilgiler”; ikinci azabın ise “kabir azabı”; büyük azabın ise, “cehennem azabı” olduğu anlaşılmaktadır.

 “Zulmedenlere, şüphesiz, bundan (ahiret azabından) önce de bir azap vardır.” Ayette geçen “bundan başka bir azap” tan maksadın, bazı müfessirlere göre “kabir azabı”, bazılarına göre ise, “açlık, yakınlarını ve servetini kaybetme ya da Bedir savaşı vb. hezimetlere uğrama gibi dünyevî belalar” olduğu anlaşılmaktadır.

41 Tur, 52/47. - Karaman, Hayrettin ve diğerleri; age., V, 95-99. - Bakara, 2/154; Âl-i İmrân, 3/169. - Âl-i İmran, 3/169-170. - Bakara, 2/154. - Bkz. Beydâvî, el-Kâdî Nâsıruddîn Ebû Saîd Abdullah b. Ömer b. Muhammed eş-Şîrâzî, Envâru’t-Tenzîl ve esrâru’t-te’vîl, thk. Muhammed Abdurrahman el-Mer"aşlî, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, 1418, I, 114.

Şehitlerin hayatta olduklarını, Allah katında rızıklandıklarını, bu sebeple de onlara “ölü” demeyi yasaklayan âyetler de berzah hayatının kuvvetli delillerindendir. Şehitlerin berzah hayatında diri oldukları ve kendi katında rızıklandırıldıkları haberi ayette şöyle anlatılıyor: “Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma. Doğrusu onlar Rab’leri katında diridirler; (Cennet ve meyvelerinden) rızıklanırlar. Onlar, Allah’ın kendilerine verdiği ihsandan dolayı neşeli hâldedirler ve arkalarından kendilerine şehitlik rütbesi ile katılamayan mücahitler hakkında şunu müjdelemek isterler: Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.”

Diğer bir ayette ise, “Allah yolunda öldürülenlere, onlar ölülerdir, demeyin; hakikatte onlar diridirler. Fakat siz anlayıp bilemezsiniz.” buyrularak, onların diriliklerini ve nimetlere mazhar oldukları ifade edilmektedir.

Ehl-i Sünnet âlimleri, bu ayetlerde geçen hayatın hakiki hayat olup rızıklanmalarının da berzahta devam ettiği görüşünde ittifak etmişlerdir.

Âyetin, “Bilakis onlar hayattadırlar, lâkin siz anlayamazsınız!” kısmı, berzah hayatının, dünya hayatından farklı olduğunu göstermektedir. Berzah hayatı, dünyadaki canlıların hissedebileceği türden değildir. Akılla da idrak edilemez, ancak vahiyle bilinebilir. Bu sebeple bir kimsenin kabri açıldığında onun nimet içinde mi yoksa azap altında mı olduğu anlaşılamaz. İki kişi yan yana konulsa biri azap çekerken diğeri nimetler içinde olabilir ve bunu dışarıdan bakan biri anlayamaz. Bu sebeple Berzah hayatının şartları ile Dünya hayatının şartları birbirine kıyas edilemez. İzz b. Abdisselâm (ö. 660/1262), şehitlerin Berzah’ta hayatta olduklarını, Cennet’teki hallerini ise bütün mü’minlerin bildiğini söyler.

47 Kaya, Murat, Kabir Azabıyla İlişkilendirilen Âyetlerin Tahlil ve Değerlendirilmesi, Usûl: İslam Araştırmaları, 2016, sayı: 25, s. 164. - İzzüddîn Abdülazîz b. Abdisselâm b. Ebi’l-Kâsım ibni’l-Hasen es-Sülemî ed-Dımeşkî, Sultânü’l-Ulemâ, Tefsîru’l-Kur’ân, thk. Dr. Abdullah b. İbrahim el-Vehbî, Dâru İbn Hazm, Beyrut, 1996, I, 294. - Kurtubî, Ebû Abdullah Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Ebû Bekir, el-Câmi‘ li-ahkâmi’l-Kur’ân, thk. Ahmed el-Berdûnî - İbrahim Itfeyyiş, Dâru’l-Kütübi’l-Mısrıyye, Kâhire, 1964, XX, 173. - Fâtır 35/22. - Krş. Nesai, "Cenaiz", 117; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Il, 31, 38. - Kaya, Murat, Kabir Azabıyla İlişkilendirilen Âyetlerin Tahlil ve Değerlendirilmesi, Usûl: İslam Araştırmaları, 2016, sayı: 25, s. 198. İlgili ayetlerin tefsirleri ve görüşler için bu makaleye bakılabilir.

Kurtubî (ö. 671/1273), berzah hayatıyla ilgili olarak şöyle der: “Allah Teâlâ mükellef olan kuluna kabirde hayat vererek onu diriltir, ona dünyada yaşadığı gibi bir akıl verir ki, kendisine ne sorulduğunu ve bu sorulara nasıl cevap vereceğini anlayabilsin, Rabbinden kendisine ne geldiğini, kabrinde ona ikram veya ceza olarak ne hazırladığını idrak edebilsin. Bu ehl-i Sünnet’in görüşüdür.”

Son olarak şu âyete de yer vermek istiyoruz: “...sen kabirde bulunanlara işittirecek değilsin.” ifadesinin, kafirler hakkında olduğu anlaşılmaktadır.

Allah Teâlâ, “Kalbi ölü bir kafire işittirmek, mezardaki ölüye işittirmek gibidir.” şeklindeki benzetme ile kabirdekilerin işitmesinin mümkün olamayacağını vurgulamaktadır.

Hz. Peygamber'in Bedir savaşında ölen kâfirlere onlar ölmüş oldukları halde yüksek sesle "Ey falan, ey filan, ey falanca! Ben Rabbimin bana vaat ettiğinin gerçekleştiğini gördüm. Siz de Rabbinizin vaat ettiğinin gerçekleştiğini gördünüz mü?" diye seslenmiş, bunun üzerine ashabtan bazıları, 'ölmüş oldukları halde onlarla nasıl konuşuyorsunuz?' diye şaşkınlık içinde sorduklarında ise Hz. Peygamber "Canım, kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki onlar bu sözü sizden çok daha iyi işitmektedirler, fakat cevap veremezler." buyurmuştur.

Buraya kadar zikredilen âyet-i kerîmeler ve hadis-i şe-riflerden anlaşılacağı üzere “Sen ölülere işittiremezsin” (Rum, 52) âyetinden maksat; ölüler değil, imânı kabul etmeyerek kalpleri ölü olan kâfirlerin ta kendisidir.

Kabir azabıyla ilişkilendirilen âyetlere baktığımızda bunların bir kısmının kabir azabına delâletinin kuvvetli, diğerlerinin ise zayıf olduğu görülmüştür. Dolayısıyla yukarıda verdiğimiz âyetlerden anlaşılacağı gibi, Kur’ân’ın kabir azabına işaret ettiği; müfessirlerin çoğunluğunun ise ilgili âyetlerde geçen “azap” ifadelerini “kabir azabı” olarak yorumladıkları ortaya çıkmaktadır. Ancak bu konuda verdiğimiz âyetlerin bunlardan ibaret olmadığını, daha başka âyetlerin de konuya ışık tuttuğunu söyleyebiliriz.

VII-Hadislerde Kabir Azabı Olgusu
Kabir azabı konusu, Kur’ân-ı Kerim’e dayandığı gibi, daha detaylı bir şekilde hadislerde yer almaktadır. Doğal olarak bütün meseleler, Kur’ân-ı Ke-rim’de külli, mücmel ve muhtasar olarak geçmektedir. Hadisler ise, bu meseleleri daha geniş bir şekilde izah etmekte, uygulanması gereken meselelerin de pratiğini göstermektedir. Kabir azabı konusunda pek çok hadis nakledildiği için konuyla ilgili müstakil kitaplar da kaleme alınmıştır. Bu hadislerin sıhhat durumlarına bakıldığında ise, bunların sağlam hadisler olduğu müşahede edilmekte ve özellikle başta Kütüb-i Sitte olmak üzere pek çok hadis kaynağında yer almaktadırlar.

Örneğin en meşhurları için bk., Kurtubî, "Et-Tezkire bi Ahvâli'l-Mevtâ ve Umûri'l-Ahire"; Suyutî, “Şerhu’s-Sudur Bi Şerhi Hali’l-Mevta Ve’l Kubur”. - Oğan, agt., sh., 5. - Bk., Özdemir, Veysel, Kabir Azâbı ile İlgili Bazı Hadîslerin İsnadları Üzerine Bir İnce-leme, EKEV Akademi Dergisi - Sosyal Bilimler -, 2014, cilt: XVIII, sayı: 59, s. 265-330. - Özdemir, Veysel, Kabir Azâbı ile İlgili Bazı Hadîslerin Metin ve İçerikleri Üzerine Bir İnce-leme, Bingöl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 2014, cilt: II, sayı: 3, s. 55-123.

Bu konudaki yapılan bir tez çalışmasında konuyla ilgili incelenen hadislerin hiçbirisinin “uydurma olmadığı” sonucuna varılmıştır. Zira Kütüb-i Tis’a’da, kabir azabının olacağından bahseden on dokuz tane rivayet tespit edilmiş, bunlardan on beş tanesinin “sahih” iki tanesinin “hasen sahih”, bir tanesinin “hasen garip”, bir tanesinin ise “garip” olduğu sonucuna varılmıştır. Bir makale çalışmasında da bu tür hadîslerin, sened sayısına göre meşhur, hatta ma’nen mü-tevâtire yakın olduğu ifade edilmektedir. Yani bu hadîslerin içerdiği anlamın manevi tevâtüre yakın olduğu söylenebilmektedir. İsnâdları bakımından incelemeye tabi tutulan üç hadîsin genel olarak isnâd yönünden sahîh olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Sonuç itibariyle isnâdları bakımından sahîh olan bu hadîsle-rin metin ve içerik bakımından da sahîh olduğu kanaatine varılmıştır.

VIII-Kabir Azabının Varlığı
Şimdi de bu hadislerin bazılarını vermek suretiyle kabir azabının sağlam delillere dayandığını görmüş olacağız. Hz. Âişe kabir azâbının olup olmadığını Resûl-i Ekrem’e sorduğunu, onun da “Evet, kabir azâbı haktır” buyurduğunu ve kıldığı her namazda kabir azâbından Allah’a sığındığını söylemektedir.

Hz. Osman bir kabre baktığı zaman sakalları ıslanıncaya kadar ağlar, sonra da Resûlullah (sav.)’in, kabri âhiret yolculuğunun ilk menzili olarak kabul ettiğini, bura-dan kurtulan kimse için sonrasının daha kolay olacağını, buradan kurtulamayan için de sonrasının daha çetin olacağını belirttiğini söylerdi. "Kabir, ahiret yolculuğunun ilk konağıdır. Bu kolay olursa sonrakiler daha kolay, zor olursa sonrakiler daha çetin olur." hadisi bir gösterge olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hz. Osman’dan sahih bir isnat ile rivâyet edilen şu hadis de kabir suâline açıkça delalet etmektedir. Allah Resulü, bir cenazeyi defnetme işini bitirince kabrin başında durarak şöyle buyurmuşlardır: “Kardeşiniz için istiğfar edin ve imanında sebat göstermesi için Allah’a niyazda bulunun. Çünkü o, şu anda sorguya çekilmektedir.” Hz. Peygamber’in “Muhakkak ki bu ümmet kabirlerinde imtihana çekiliyor…” dediğini çok sayıda sahabe rivâyet etmişlerdir. Kabir sualinin varlığına, mana yönünden tevatür derecesine varan rivayetler delalet etmektedir. Hz. Peygamber, “Müslüman kabirde sorguya çekildiği zaman, Allah’dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın resûlü olduğuna şehâdet eder. İşte bu şehâdet, Kur’ân-ı Kerîm’deki ‘Allah, kendisine iman edenleri hem dünyada hem de âhirette sağlamlaştırır.’ âyetinin delâlet ettiği mânâdır.” buyurmuştur.

57 Nesâî, Sehv 64. - Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 63. - Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 63. - Ebû Dâvud, Cenâiz, 72. - Müslim, Cenâiz, 17; Nesâî, Cenâiz, 115; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 3-4. - İbrahim, 14/27. - Buhari, Tefsir, 27, Cenâiz, 85, 87; Müslim, Cennet, 17, 51, 73; Ebû Dâvûd, Sünnet, 27. - Buhari, Tefsir, 27, Cenâiz, 85; Müslim, Kitâbu’l-cennet ve sıfatü naîmühe, 17; İbn Mâce, Zühd, 32;Nesâî, Cenâiz,114; Ebu Davud, sünnet, 27. - Çakan, İ .L.-Kandemir, M.Y.-Küçük, Küçük, K., Riyâzü’s-Sâlihîn Tercüme ve Şerhi, Erkam Yay., İst., 1997, VI, 248.

Berâ b. Âzib’den nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah, iman edenleri dünya hayatında ve Âhiret’te sabit bir sözle sabit kılar.” âyeti kabir azabı hakkında nâzil olmuştur. Kendisine (kula): “Rabbin kimdir?” denilir. Bunun üzerine kul: “Rabbim Allah; Peygamberim de Hz. Muhammed’dir. (sav.) der. Buna “Allah, iman edenleri dünya hayatında ve Âhiret’te sabit bir sözle sabit kılar.” âyeti delildir.” Dolayısıyla kabir azâbı, Allah’ın buyruklarına uymayan insanın ölümünden kıyamete kadar geçecek olan uzun bekleyiş safhasında göreceği bir tür işkencedir. Mâhiyetini tam olarak bilemediğimiz bu azâba tâbi tutulmak için insanın mutlaka kabirde bulunması da gerekmemektedir.

Pek çok âlim, “dünya hayatındaki sâbit kılma” nın kabir sualiyle alakalı olduğu görüşünü nakleder. Cenâb-ı Hak, âhirette de aynı şekilde mü’minleri sâbit kılacak ve hesapları kolay olacaktır. Beğavî (ö. 516/1122) yukarıdaki ayette geçen ifadeyi “ölümden önce ve kabirde sâbit kılar.” diye tefsir ettikten sonra “Bu, ehl-i tefsirin çoğunluğunun görüşüdür” der. Âyet-i kerime kabir sualiyle ilgili sarih olmasa da sahih senetlerle gelen hadis-i şerifler onu tefsir etmekte, kabir sualiyle alakalı olduğunu beyan etmektedir. Dolayısıyla müfessirlerin çoğunluğu da bu görüşü tercih etmişlerdir.

66 Beğavî, Ebû Muhammed Huseyn b. Mes’ûd, Muhyi’s-Sünne, Meâlimü’t-Tenzîl fî tefsiri’l-Kur’ân, thk. Muhammed Abdullah en-Nemr ve diğerleri, Dâru’t-Taybe, 1997, IV, 349. - Kaya, agm, s. 167. - Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 259.  Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 55, 98; Nesâi, es-Sünenu’l Müctebâ, IV, 100; İbn Hıbban, Sı-hah, VII, 379; Beyhaki, Şuabü’l-İman, I, 358. - Buhari, Cenâiz, 87, Vudû, 54, 55, Müslim, Taharet, 34.

IX-Kabir Azabına Dair Örnekler
Kabir azabıyla ilgili olarak Hz. Peygamber’den gelen hadislerin sayısının oldukça çok olduğunu söyleyebiliriz. Biz bunların sadece bir kısmına yer vereceğiz.

Enes b. Malik (ra.) şöyle demiştir: “Bir gün Hz. Peygamber (sav) Bilal’le birlikte Bâki mezarlığında yürürlerken Rasülullah Bilal’e: “Ey Bilal benim duyduğumu duymuyor musun? diye sordu. Bilal: “Hayır duymuyorum Vallahi Ey Allah’ın Rasülü!” deyince Rasülullah: “Duymuyor musun? Şu kabirlerin sahipleri (kabrin içindekiler) - yani Cahiliyyede ölmüş kişiler – azap olunuyorlar.” Başka bir hadis de şöyledir: “Muhakkak kabrin öyle bir sıkması vardır ki, eğer ondan kurtulacak biri olsaydı Sa’d b. Muaz kurtulurdu.”

İbn Abbas (ra.) şöyle demiştir: Hz. Peygamber (sav) iki tane kabre rastladı ve şöyle buyurdu: “Bunların (bu iki kabrin içinde yatan ölüler) ikisi de azap görüyorlar. Bunlar büyük günahtan dolayı azap görmüyorlar. Şu kabrin sahibi koğuculuk yapıyordu. (İnsanlar arasında söz taşıyordu) Diğeri ise küçük abdestinden korunmuyordu.” İbn Abbas dedi ki: Sonra Allah Rasülü bir yaş dal alıp ikiye böldü ve bunları kabirlerin üzerine dikti. (Orada bulunanlar) dediler ki: “Ey Al-lah’ın Rasülü bunu niye yaptın.?” Hz. Peygamber (sav) de: “Ümit edilir ki, bunlar kurumadıkça onların azapları hafifletilir.” buyurmuştur.

Başka hadislerde de şöyle buyurmuştur: “Kabir azabının çoğu bevldendir.” “Ölü kabrinde, kendisine nevha yapılmasından (bir takım iyiliklerini sayarak sesli ağlanmasından) dolayı azap görür.”

71 İbn Mâce, Taharet, 26; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 389. - Buhari, Cenâiz, 33; Müslim, Cenâiz, 9. - Nûr sûresi 24/15. - Çakan, İ .L.-Kandemir, M.Y.-Küçük, Küçük, K., age., VI, 487. - Özdemir, Veysel, Kabir Azâbı ile İlgili Bazı Hadîslerin Metin ve İçerikleri Üzerine Bir İnce-leme, s. 57. - Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 225.

Peygamber Efendimiz'in, kabirlerinde azâb gören o iki kişi hakkında "Azâb görmeleri büyük bir günah sebebiyle de değil." buyurması, "onlara göre büyük olmayan" demektir. Yoksa gerçekten "büyük bir suç olmayan" demek değildir. Esasen Peygamber Efendimiz de "Evet, aslında günahları büyüktür." buyurmak suretiyle durumu açıklamış bulunmaktadır. Nitekim işledikleri günahları ve hataları önemsemeyen, basite alan ve küçük gören çok insan vardır. Hadisimizdeki iki kişinin de bir anlamda, söz ile idrar damlacıkları arasında bir ilgi kurarak, "Bir iki söz değil mi, bir iki damlacık değil mi ne çıkar bundan." anlayışı içinde davrananlardan olduklarına işaret edilmektedir. Hatasını küçük görme hâlet-i rûhi-yesine Hz. Aîşe vâlidemize iftira edilmesi olayı dolayısıyla yüce kitabımızda şöyle işaret buyurulur: "Siz önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu, Allah katında çok büyük bir suçtur." Hadisi bu çerçevede anlamak gerekir.

Târih boyunca birçok âlim, idrardan sakındırma, gıybet ve koğuculuğun büyük günah oluşu gibi konularda kabir azâbı ile ilgili rivâyetleri delil olarak kullanmıştır. Ne var ki, son zamanlarda dini nasları, özellikle de hadisleri sistemsiz ve disiplinsiz bir şekilde önce akıl süzgecinden geçirme, bir başka deyişle hadisleri kabul veya red konusunda aklı esas alma düşüncesindeki bazı kimseler bu gibi hadisleri, akla uygun olmadıkları ve mantık dışı oldukları gerekçesiyle reddetmektedirler. Hadis tenkidinde elbette akıl kriteri de vardır ancak, önem sırasına göre öncelikli olanların ihmal edilmesi ayrıca bir usul hatası olarak ortada durmaktadır.

Hz. Peygamber (sav), Beni Neccar bahçelerinden birinde bulunan müşrik kabirlerinin yanından geçerken azap sesini duyunca, yanındakilere kabir azabından Allah’a sığınmalarını tavsiye etmişti. Onlardan birisinin: “Ya Resûlallah, onlar kabirlerinde azap mı olunuyorlar?” diye sorması üzerine de şöyle cevap vermiştir: “Evet, onlar kabirlerinde öyle bir azapla azap olunuyorlar ki, (onların azabın şiddetinden attıkları çığlıkları) hayvanlar işitir.” Burada Resûlullah’ın işittiği ve hayvanların da işiteceğini söylediği azap sesi, kabrinde azap görmekte olan kişinin feryadıdır. Nitekim bir hadisinde Peygamberimiz (sav) kabir sualini anlattıktan sonra, kâfir ve münafıklar cevap veremeyince onlara yapılan azabı şöyle anlatır: “...Sonra demirden bir tokmakla ensesine öyle bir vurulur ve kâfir yahut münafık öyle bir bağırır ki, insan ve cinden başka, ona yakın olan her şey onun feryadını işitir.” “Kabrinde kâfire doksan dokuz tinîn (ejderha) saldırtılır ve kıyamet gününe kadar onu ısırırlar ve sokar-lar…” Diğer bir hadiste ise bu vuruşla o kişinin toprak olacağı ve ruhu tekrar kendisine iade edilerek azaba devam edileceği bildirilmiştir.

77 Buhari, Cenaiz 66, 85. - Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 38, VI, 353; Dârimî, Rikak, 94. - Ebu Davud, Sünnet, 27. - Bk., Buhârî, Cenâiz, 88; Vudu, 57, Cenaiz 116; Ahmet b. Hanbel, Müsned, I, 225; İbn Mâce, Sadâkât, 12; Buhârî, Cenâiz, 33; Müslim, Cenâiz, 9; Buhârî, Cenâiz, 92, Ta’bir, 48. - Oğan, agt., sh., 27. - Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 287-288, 295-296. - Buhari, Cenâiz, 86, 88; Müslim, Cennet, 17, 65–66; Nesâi, Cenâiz, 109-110, 116; Tirmizî, Cenâiz, 71; Ebu Davud, Sünnet, 27; İbn Mâce, Zühd, 32; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 3-4, IV, 287–288; Malik, Muvatta, Cenâiz, 16. - Müslim, Cennet, 17; Nesâi, Cenâiz, 109–110; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 3-4. - Buhari, Salât, 72, Cenâiz, 65; Müslim, Cenâiz, 4, 23; Ebu Davud, Cenâiz, 17; Ahmed b. Han-bel, Müsned, II, 388, VI, 297.

Kısaca diyebiliriz ki, kabirde kâfir, müşrik ve münafıklar azap göreceği gibi, mü’minlerden günahkâr olan bazıları da azap görecektir. Gıybet ve koğuculuk yapmak, borçlu olarak ölmek, ölüye yüksek sesle ağlamak, yalan söylemek, zina etmek, faiz yemek, Kur’an’la amel etmemek, içki içmek gibi fiillerin de kabir azabına sebep teşkil ettiğini yine hadisler bildirmektedir. Bu bağlamda kabir azabı konusunda ümmetini uyaran Hz. Peygamber, aynı zamanda müminleri kabir nimeti ile de müjdelemiştir. Kabir bazı insanlar için azap yurdu olduğu gibi bazı insanlar içinse nimet yurdu olacaktır. Kabir nimetinin varlığı, buna delalet eden ayetler ve mana yönünden tevatür derecesine varan hadislerle sabittir.

XII-Kabirdeki Nimetler
Hadislerden anlaşıldığına göre, kabirdeki nimetlerin başlıca kısımları şunlardır:

Müminin ruhunun rahmet melekleri tarafından yedi kat semaya yükseltilmesi, Kabirde müminlere Cennet’teki makamlarının gösterilmesi, Kabrin genişletilmesi, Kabrin aydınlatılması, Kabrin cennet bahçelerinden bir bahçe haline getirilmesidir.

Nitekim, Ebû Hureyre’nin rivâyet ettiği bir hadiste Hz. Pey-gamber (sav) kabir nimeti ile ilgili olarak şunları bildirmiştir: “Mü’min kabrinde bir bahçe içerisinde hoşça karşılanır ve on dördündeki ay gibi etrafına ışık saçar.” “Âdemoğluna kabrinde sabah-akşam cennet veya cehennemdeki yeri arz edilir.”

Dolayısıyla Hz. Peygamber, “Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur.” buyurarak kabir hayatının iki yönünden bahsetmektedirler.

Tirmizî, Kıyamet, 27. - Buhari, Cenâiz, 88; Müslim, Cennet, 17; Tirmizî, Cenâiz, 71; İbn Mâce, Zühd, 32; Nesâi, Cenâiz, 116; Ahmed b. Hanbel, II, 59; Malik b. Enes, Muvatta, Cenâiz, 16, Dâru’l-Hadis, Ka-hire 2004. - Tirmizî, Kıyâmet 26. - İbn Mace, "Cenaiz", 61. - Oğan, agt., sh., 23.

Kısaca, kişinin dini-ahlaki durumuna göre kabirdeki konumunun farklı olacağını bildirmiş; bir diğerinde "Kim garip (veya hasta) olarak ölürse şehit olarak ölmüş ve kabrin fitnelerinden korunmuştur. Rızkı sabah-akşam cennetten getirilir ve güzel kokularla kokulandırılır."

Kabir azabıyla ilgili olarak kısaca şu görüşlere yer verebiliriz:
a)-Kabirdeki azabın olacağına inanırız ancak onun keyfiyetiyle meşgul olmayız ve keyfiyetini bilemeyiz. Selef-i Salihin ve bazı âlimler bu görüştedir.

b)-Ehl-i Sünnet ve çoğunluğun görüşü: Kabirdeki azab ruhla bedenin her ikisine birlikte olacaktır. Bu mümkün olan şeylerdendir, bunda hiçbir imkânsızlık yoktur. İlgili nasların zahirinden de bu anlaşılır.

c)- Kabirdeki azabı sadece ruh hissedecektir. İslam âlimlerinden küçük bir topluluk bu görüştedir.

d)- Kabirdeki azabı sadece beden hissedecektir. Bu da, küçük bir grubun görüşüdür.

X-Sorgu Melekleri
Ehl-i Sünnet’e göre kabirde Münker-Nekir sorgusu haktır. Ölen kimse kabre konulduğu zaman ilk karşılaşacağı şey Münker ve Nekir isimli iki meleğin sorularıdır.

Bu iki melek ölen kişiye “Rabbin kim?” “Dinin ne?” “Peygamberin kim?” gibi sorular sorarlar. Dünyada mü’min olarak yaşamış ve iman üzere ölmüş olanlara Allah Teâlâ, meleklerin sorduğu soruların cevabını ilham eder ve sorulara kolayca cevap verirler. Ondan sonra kendilerine cennet kapıları açılıp nimet ve mutluluk içinde kıyametin kopmasını ve âhiretteki makamlarına kavuşmayı arzulayarak beklerler. Kâfir veya münâfık olanlar ise bu sorulara cevap veremezler. Onlara da cehennem kapıları açılır, oradaki azap kendilerine gösterilir ve o andan itibaren onlar için azap ve ceza başlar. Kendilerine kıyametin kopmasından sonra görecekleri cehennemdeki yerleri gösterildikçe kıyametin kopmamasını isterler. Çünkü onlar, daha kötü bir durumla karşılaşacaklarını bilirler.

Oğan, agt., sh., 15-16. - Tirmizî, Cenâiz, 70, - Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 287-288, 295-296. - Müslim, Cennet, 51; Ebû Dâvûd, Sünnet, 27.

Buhârî (ö.256/869), Müslim (ö.261/874), Nesâî (ö.303/899) ve Ahmed b. Hanbel’in (ö.241/855) rivâyet ettikleri hadiste, kabre konulan ölüye, iki meleğin gelip Rabbi’nin ve peygamberinin kim olduğu hakkında soru soracakları anlatılır, Tirmizî’nin (ö.279/874) rivâyet ettiği bir hadiste de bu meleklerin, Münker ve Nekir isimli melekler olduğu ifade edilmektedir. Bera b. Âzip’ten rivayet edilen ve Ahmed b. Hanbel’in Müsnedi’nde yer alan bir rivayette kabirde kişiye: “Rabbin kimdir”; “Dinin nedir? ;”Size gönderilmiş olan kimdir? ve “Amelin nedir? şeklinde sorular sorulacağı ve mü’minin bunlara “Rabbim Allah” ; “Dinim İslam” ; “Bize gönderilen Hz. Muhammed’dir.(sav); “Allah’ın kitabını okudum, ona iman ettim ve onu tasdik ettim.” şeklinde cevap vereceği haber verilmektedir.

Ebû Hureyre’den (ra) nakledilen ve Müslim’in (ö.261/874) Sahihi ile Ebû Dâvûd’un (ö.275/888) Süneni’nde yer alan bir hadiste Hz. Peygamber (sav), İbrahim suresinin 27. ayetini okuduktan sonra şöyle buyurmuşlardır: “Bu, ona kabrinde, “Rabbin kim? Dinin ne? Peygamberin kim?’ denilip de onun: ‘Rabbim Allah, dinim İslâm, Peygamberim de Muhammed’(s.a.s.) dir. Bize Yüce Allah katından açık deliller getirdi, ben de ona iman ettim ve onu tasdik ettim,’ dediği zamandır.”

Değişik bir hadis de Ebu Said el-Hudri’den rivayet edildiğine göre O şöyle demiştir: “Ben Ra-sülullah (sav) ile bir cenazede idim. Rasülullah (sav) şöyle buyurdu: “Ey insanlar, muhakkak ki bu ümmet kabirlerinde imtihan ediliyor. İnsan kabre konulup da arkadaşları dağılınca bir melek gelir onu oturtur ve: “Bu adam hakkında ne dersin?” diye sorar. Eğer adam mü’min ise: “Allah’ın bir olduğuna ve Muhammed’in O’nun kulu ve resulü olduğuna şehadet ederim” der. Bunun üzerine melek ona: “Doğru söyledin” der. Sonra Cehennem’e bir kapı açılır ve: “Eğer Rabbine inanmasaydın yerin burası olacaktı. Ama sen iman ettiğin için yerin şurasıdır.” denilir ve cennete bir kapı açılır. Mü’min oraya (cennetteki yerine) hemen varmak ister. Melek kendisine: “sakin ol” der ve kabri genişletilir. Ölü kâfir veya münafık ise meleğin “Bu adam hakkında ne dersin?” sorusuna: “Bilmiyorum. İnsanların bir şey dediğini duydum ve ben de söyledim” diye cevap verir. Melek ona: “ne (O’nu) anladın; ne (O’na) uydun, ne de hidayete erdin”der. Sonra Cennet’e bir kapı açılır ve melek ona: “Eğer Rabbine inansaydın yerin burası olacaktı. Ama sen iman etmediğin için Allah Teâlâ o yerini bununla değiştirdi.”der ve Cehennem’e bir kapı açılır. Sonra tokmakla öyle bir vurulur ki, insan ve cinler hariç bütün mahlûkat onun çığlığını işitir.”

Bk. Buhari, Cenâiz, 66, 85; Müslim, Cennet, 17; Nesâî, Cenâiz, 109-110, 115; Ebu Davud, sünnet, 27; Ahmed b. Hanbel,, Müsned, III, 3-4, 126, 233-234, 346, IV, 352-353. - Müslim, Cennet, 17; Tirmizî, Cenâiz, 71; İbn Mâce, Zühd, 32; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 3-4. - Müslim, Cenâiz, 26; Ebû Dâvud, Salât, 184; Nesâî, Salât, 64; İbn Mâce, İkâme, 26.

Yukarıdaki hadisin değişik bir versiyonu da şöyledir: “Ölü (ya da sizden biriniz) defnedildiği zaman ona siyah ve mavi gözlü ki bunlardan birisine Mün-ker diğerine Nekir denir iki melek gelir ve derler ki: ‘Bu adam hakkında ne derdin’? Bunun üzerine o kimse (ölmeden önce) söylediğini aynen söyler ve: ‘O, Allah’ın kulu ve Rasülüdür. Ben şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve Hz. Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir’ der. Melekler: “Biz senin bunu söylediğini biliyorduk.” derler ve kabri yetmiş arşın kare genişletilerek içi nurla doldurulur ve ona “uyu” denir. O kimse: ‘Aileme döneyim ve onlara haber vereyim mi’ der. Bunun üzerine onlar: ‘Uyu! Düğün gecesinde güveyin uyuduğu gibi uyu! Çünkü onu uykusundan ancak ailesinden en çok sevdiği kimse uyandırır’ derler. O kişi, Allah onu o yatağından mahşere kaldırıncaya kadar (rahat rahat) uyur. Eğer o kimse münafık ise (soruya): “İnsanların (ona peygamber) dediklerini işittim ve ben de aynı şeyi söyledim, (doğru mudur) bilmiyorum” diye cevap verir. Melekler: ‘Biz senin bunu söylediğini biliyorduk’ derler. Ardından toprağa: ‘Çullan onun üzerine’ denilir. Toprak onun üzerine çullanır; (bu sıkma neticesinde) kaburga kemikleri birbirine geçer. Allah onu yattığı yerden kaldırıncaya (mahşer için diriltinceye) kadar kabrinde azab görmeye devam eder.”

Dikkat edilirse değişik rivayetlerin sorgu melekleriyle ilgili olarak birbirini desteklemesi yanında birbirlerini açıklamakta, izah etmekte ve neticede mesele daha da vuzuha kavuşmaktadır.

XI-Kabir Azabından Allah’a Sığınma
Yukarıda kabir azabının varlığını ispatlayan hadislerden sonra kabir azabından Allah’a sığınılması konusunda da bazı hadisler söz konusudur. Çünkü Peygamberimiz kabir azabından Allah’a sığındığı gibi, ümmetinin de Allah’a sı-ğınmasını istemiştir: “Sizden biriniz namazı bitirdiği zaman şu dört şeyden Allah’a sığınsın: Cehennem azabından, kabir azabından, ölü ve dirilerin şerrinden ve Mesih Dec-cal’ın şerrinden.” Hz. Osman diyor ki: “Resulullah (sav) ölüyü defnetme işini bitirince kabrin yanında durup şöyle derdi: “Kardeşiniz için istiğfar edin (Allah’tan affını isteyin) ve (imanda) sebat göstermesi için (Allah’a) niyazda bulunun. Çünkü şu anda o sorguya çekilmektedir.” Böylece Hz. Peygamber (sav) “Allahım, cehennem azabından Sana sığınırım. Ve kabir azabından Sana sığınırım. Ve yine Mesih Deccalin fitnesinden de Sana sığınırım.” şeklinde dua ederek kabir azabından Allah’a sığınmış ve ashâba da Allah’a sığınmalarını söylemiştir.

Ebu Davud, Cenâiz, 73. - Buhari, Cenâiz, 86; Müslim, Cenâiz, 26; Ebu Davud, Edeb, 110; Nesâi, Cenâiz, 115. - Müslim, Cennet, 17. - Müslim, Cennet, 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 296. - Buhari, Cenâiz, 86, Müslim, Mesâcid, 25; - Müslim, Cenâiz, 26; İbn Mâce, Cenâiz, 23; Ebu Davud, Cenâiz, 60; Nesâî, Cenâiz, 77. - Çakan, İ .L.-Kandemir, M.Y.-Küçük, Küçük, K., age., VI, 245. - Müslim, Cenâiz, 26; Nesâî, Cenâiz, 77

Hz. Peygamber (sav), “Eğer ölülerinizi defnetmemeniz endişesi olmasaydı, kabir azabından (bir kısmını) sizlere işittirmesi için muhakkak Allah’a dua ederdim.” buyurmuş, yine muhtelif zamanlarda ashabına, “Kabir azabından Allah’a sığınınız.” diye emretmiş ve bizzat kendisi de kabir azabından Allah’a sığınmıştır.

“Ey Allahım! Muhakkak ki ben kabir azabından, cehennem azabından, diri ve ölülerin fitnesinden ve Mesih Deccâl’in fitnesinden sana sığınırım.” “…Allahım onu kabir fitnesinden (imtihanından) ve cehennem azabından koru.” şeklinde niyazda bulunurdu.

Kabir fitnesi, Peygamber aleyhisselâm’ın Allah’a sığındığı tehlikelerden biridir. Meleklerin ölen herkesi sorguya çekmesiyle başlayan kabir hayatı, iyi kullar için huzur ikliminin başladığı, dünyadaki görevini gerektiği gibi yapmayanlar için de sıkıntıların başlayıp devam ettiği bir başka âlemdir.

Hz. Peygamber (sav), kabirdeki kişilere nasıl dua edileceğini de bizlere öğretmiştir:

Cübeyr b. Nüfeyr’in anlattığına göre Avf b. Mâlik, Hz. Peygamber’in (sav) bir cenazede (yaptığı) duasını ezberlediğini ve O’nun şöyle buyurduğunu söylemiştir: “Allahım! Onu bağışla! Ona merhamet et! Ona afiyet ver! Onu affet! Onun evini (kabrini) güzel yap ve genişlet! Onu yağmur, kar ve dolu ile yıka! Kirlerden beyaz elbiseyi temizlediğin gibi onu da hatalarından temizle! …Onu cennete girdir! Onu kabir azabından (ya da cehennem azabından) koru!”

Kısaca diyebiliriz ki, Hz. Peygamber, kabir azabının varlığını, sorgu-sualin olacağını bildirdikten sonra da bu azabdan kendisi bizzat Allah’a sığınmakta ve ümmetine de Allah’a sığınılmasını öğütlemektedir. Kabirdekiler için nasıl dua edileceğini de bizlere öğretmektedir.

XIII-Âlimlerin Kabir Azabıyla İlgili Görüşleri
Şimdi de İslam âlimlerinin konuyla ilgili görüşlerini biraz daha detaya girmek suretiyle vermek istiyoruz. Öncelikle şunu tekrar edelim ki, Ehl-i Sünnet âlimleri, kabirde sual, azap ve nimetin olacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Nitekim İmam-ı Âzam (ö. 150/767) el-Fıkhu’l Ekber isimli eserinde “Kabirde Münker ve Nekir’in sualleri, kabirde ruhun cesede iade edilmesi, bütün kâfirler ve asi mü’minler için kabir sıkıntısı ve azabı haktır.” demektedir. İmam el-Cüveynî (ö. 478/1085): “Ümmetin selefi, kabir azabını ispatta, kabirlerinde ölülerin diriltilmesinde ve ruhlarının cesetlerine reddolunmasında ittifak etmişlerdir.” demiştir. Bu husustaki hadislerden bazılarında ruhun cesede iade edileceği açıkça zikredildiği gibi, bu hadislerin çoğunda ölünün, kendisini kabre koyanların geri dönüşlerinde ayak seslerini işiteceği, oturtulacağı da delil olarak zikredilmektedir.

Öz, Mustafa, “el-Fıkhu’l Ekber”, İmam-ı Â’zam’ın Beş Eseri, 3. Baskı, İFAV Yay., İst. 2002, sh., 59. - Gölcük, Şerafettin, Toprak, Süleyman, Kelâm Tarih Ekoller Problemler, 5. Baskı, Tekin, Kita-bevi, Konya 2001, sh., 450; Cürcânî, Seyyid Şerif Ali b. Muhammed, Şerhu’l Mevâkıf, Matba-ayı Amire, İstanbul 1311, III, 243. - Ebû Dâvud, Sünnet, 27; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 287-288. - Buhârî, Cenâiz, 66; Müslim, Cennet, 17; Ebû Dâvud, Sünnet, 27. - Ebû Hayyân Muhammed b. Yûsuf b. Ali b. Yûsuf b. Hayyân Esîruddîn el-Endelüsî, el-Bahru’l-muhît fi’t-tefsîr thk. Sıdkî Muhammed Cemîl, Beyrût: Dâru’l-Fikr, 1420, I, 211. -Toprak, age., s. 279-280.

Kabir azabının varlığını kabul edenler aynı zamanda keyfiyetinde ihtilâf ederek ikiye ayrılmış, Ehl-i Sünnet “Kâfir ve affedilmediği takdirde fâsık olan meyyit dirilir ve kabrinde azap görür.” derken, Kerrâmiye “Bunlar ölü oldukları halde azap görürler.” demiştir. Mutezile mezhebinden bir kısım âlimler ise, kabir azabını inkâr etmişlerdir.

Ruhun cesedine döneceğine dair ileri sürülen bu konuda dört görüş karşımıza çıkmaktadır:

Birincisine göre ruh, kabirde cesede girecektir.

İkincisine göre cesetten ayrılan ruh, kabirde değil, ancak kıyamette bedene girecektir.

Üçüncü görüşe göre, cesetten ayrılan ruh, artık hiçbir zaman cesede girmeyecektir.

Dördüncü görüşte ise, ruh cesede girmekle beraber, suâl ruhsuz cesede olacaktır ve ruhsuz olan cesette Allah suâllere cevap verme kudretini yaratacaktır.

İslâm ümmeti içerisindeki genel kanaat, ölümden sonra kabirde ruhun tekrar bedene döneceği, sorgulamanın ve azab ile nimetin ruh-beden bütünlüğüne yönelik olacağı şeklindedir. Çünkü ruh-beden ayrılığı, hayatın olmaması anlamına gelir. Hâlbuki kabirde bir hayat vardır ve bu da ancak ruhun beden ile irtibatı şeklinde gerçekleşir. Ölüyü hareketsiz görmemiz, suali duymamamız buna engel olmaz. Zira uykuda olan kimse de görünüşte sakin, fakat içinde, uyandığı zaman bile duyabileceği lezzet ve elemi tadar.

Karadaş Cağfer, İslâm Düşüncesinde Âhiret, Emin Yay., Bursa 2008, s. 89. - İbn Kayyim,el-Cevzîyye, Kitabu’r-Ruh, Çev. Şaban Haklı, 2. Baskı, İz Yay., İstanbul, 2003, s. 73. - Hacc, 22/7. - Toprak, age., s. 281; Florida Kulla, Kabir hayatı ve Arnavutluk'ta âhiret, Uludağ Üniversitesi / Sosyal Bilimler Enstitüsü / Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı / Kelam Bilim Dalı, 2008, Bursa, s. 69. - Gazali, Dalâletten Hidâyete, Haz. Ahmet Subhi Fırat, İst. 1978, s. 55. - Durusoy, Ali, “İbn Sina/ Felsefesi”, DİA, İst. 1998, XX, 325-326.

Âlimlerin bir kısmına göre, kabirde ruh, cesede, bizim kavrayamayacağımız bir tarzda dönecek ve cesetle beraber azab çekecek veya nimet görecektir. Ruh olmadan sadece bedenin sorguya çekileceği bazılarınca ifade edilmişse de çoğunluk buna kaşı çıkmıştır. Buna mukabil bazıları da: “İbn Mürre ve İbn Hazm’ın söylediği ifade edilen, sualin yalnızca ruh için olmasını doğru saymamakta, sahih hadislerin bunu reddettiğini söylemektedirler. Onların iddialarına göre, “Eğer sorgulama, sadece ruh içinse ruhun, kabirde bulunmasının hiçbir anlamı yoktur.” Ehl-i Sünnet’e göre ölü, suâli anlayacak ve cevap vermeye güç yetirecek ve yine kabirdeki azabın acısını, nimetin de zevkini duyacak kadar bir hayat ile diriltilir. Kur’ân’da “Muhakkak Allah kabirlerde olan (kimse) leri diriltecektir” buyurulmuştur ki, kabirdekileri kıyamet günü diriltmeye kadir olan Allah Teâlâ, onları suâl, ceza ve nimet için de, bunları hissedecek derecede bir hayat ile kabirlerinde diriltmeye de kadirdir.

İslâm filozoflarına göre ise, bedenlerden ayrılan ruhların artık bir daha ne kabirde, ne de kıyamette bedenlerine dönmeyecek ve ölümden sonraki haller sadece ruhî olacaktır. Felsefecilerden İbn Sina ise bedenin ölümü ile birlikte ruhun da öleceğini bildirir. Ona göre gerçek anlamda ölümsüz olan insanın nefsidir. İnsan nefsi, akl-i sânî olan nefs-i küllîden kopup geldiğinden, bedenin ve ruhun ölümü ile birlikte tekrar geldiği yere döner ve gerçek kaynağına katılır. Çünkü bu dünya ve ceset, nefs için zulmet diyarıdır, hâlbuki nefsin gerçek yeri nurlar âlemidir ki, zaten nefs oradan buraya kopup gelmiştir.

İbn Teymiyye’ye göre, sorgulama anında ruhun bedene döneceğine müte-vatir sahih hadisler delalet etmektedir. Kabirde ruhun cesede dönmesi, dünyada ona dönmesi gibi değildir. Şüphesiz her yerin kendine göre hükümleri vardır. İbn Kayyim, ruhların kabirlerde cesetlerine döneceğini bildiren bazı hadislerin zahirine dayanarak, öldükten sonra ruhun, kabirde cesede döneceğini, fakat bu dönüşünün, dünyadaki gibi bedene hayat vermesi şeklinde olmayacağını söylemektedir. Ona göre ruhun, bedenle beş türlü irtibatı vardır. Kabirde ruhun cesetle irtibatı, uykuda bedenle irtibatına benzer. Kabirde ruhun bedene dönmesi, bedenle bizim fark edemeyeceğimiz biçimde bir irtibat kurmasıdır. İbn Kayyim, bu görüşünü, ruhun bedene döneceğine dair naklettiği uzun bir hadise dayandırıyor.

İbn Teymiyye, Ehl-i Sünnet Akaidi, Çev. Muhammed Fatih el-Murabit, Tevhid Yay., İstanbul 1998, s. 488. - İbn Kayyım el-Cevzîyye, a.g.e., s. 64-65.

Sonuç
Kabir azabının varlığı konusu, günümüzde tartışılan konulardan birisidir. Daha önceden ehl-i sünnet âlimlerinin reddetmediği, kabullendiği pek çok mesele günümüzde bazıları tarafından çok basit gerekçelerle inkâr edilmektedir. Bu konularla ilgili sağlam hadisler inkâr edilince mezkûr konuyu reddetmek de daha bir kolaylaşmaktadır. Konuyla ilgili delil mahiyetinde gelen ayetler de kendi istekleri doğrultusunda yorumlanmak suretiyle adeta devre dışı bırakılmaktadır. Burada akılcılığın devreye sokulması da ayrı bir sorundur. Nitekim konu, akıl alanına giren bir konu olmadığı için bu konuda akıl yürütmek yerine gelen naslara göre hareket edilmesi elzemdir. Dolayısıyla sadece delil olarak konuyla ilgili ayet-i kerimeler esas alınmış olsa bile kabir azabının reddedilmesi mümkün değildir. Bu tür insanlar, önce bir fikre sahip oluyorlar, daha sonra da o fikre göre nassları ya reddediyor veya istedikleri gibi tevil edebiliyorlar. Halbuki önce ilmi tetkikler yapıldıktan sonra fikir sahibi olunması elzemdir.

Kabir azabı, kabir hayatının bir parçasıdır. Varlığı konusunda ehl-i sünnet âlimleri arasında ittifak vardır. Kabir azâbının olmadığı ya da sadece kâfirler için söz konusu olabileceği konusunda, Mûtezile ve Hâricîler’den çok az sayıda kimse görüş beyan etmişse de, Ehl-i sünnet ve anılan mezheblerin büyük çoğunluğu kabir azâbının varlığı hususunda görüş birliği içindedirler. Ancak onun keyfiyeti tam olarak bilinemez. Ehl-i Sünnet ve çoğunluğun görüşü: Kabirdeki azap ruhla bedenin her ikisine birlikte olacaktır. Bu mümkün olan şeylerdendir.

Kabirdeki azabın sadece ruhun veya sadece bedenin hissedeceğini söyleyenler azınlığı teşkil etmektedir.

Kabir hayatıyla ilgili yapılmış bir yüksek lisans tezinde ulaşılan sonuç şöyle açıklanmaktadır: Kütüb-i Tis’a içerisinde kabir hayatıyla ilgili olarak mükerrerlerle birlikte 79, mükerrerlerin dışında ise 63 rivayet tespit edilmiştir. Bu 63 rivayetten elli tanesinin “sahih”; dört tanesinin “hasen”; dört tanesinin “hasen sahih”; iki tanesinin “hasen garip”; bir tanesinin “hasen li gayrihi”; bir tanesinin “garip”; bir tanesinin ise “zayıf” olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bu çalışma sonunda şu sonuçlara ulaşılmıştır:

a)- Kabir hayatının varlığı, Kur’an, Sünnet ve İcma ile sabittir.
b)- Kabir hayatıyla ilgili konulara yedi ayette işaret edilmekte; bu âlemle ilgili ayrıntılı bilgiler ise hadislerde yer almaktadır.
c)- Ehl-i Sünnet âlimleri, kabirde sual, azap ve nimetin olacağı hususunda ittifak etmişlerdir.
d)- Kabir sualiyle ilgili rivayetler, mana yönünden tevatür derecesindedir.
e)- Cumhura göre, kabirde sorgulama; azap ve nimet, ruh-beden bütünlüğüne yönelik olacaktır. İslâm filozoflarına göre ise bu durum sadece ruha yönelik olacaktır.
h)- Ölü için yapılan iyilik ve yardımlardan ölü istifade edecektir.

Oğan, agt., s. 117-118.

Kaynakça
Ahmed b. Hanbel, Müsned, Çağrı Yay., İst., 1982.
Beğavî, Ebû Muhammed Huseyn b. Mes’ûd, Muhyi’s-Sünne, Meâlimü’t-Tenzîl fî tefsiri’l-Kur’ân, thk. Muhammed Abdullah en-Nemr ve diğerleri, Dâru’t-Taybe, 1417/1997, C. IV, s. 349.
Beydâvî, el-Kâdî Nâsıruddîn Ebû Saîd Abdullah b. Ömer b. Muhammed eş-Şîrâzî (v. 685/1286), Envâru’t-Tenzîl ve esrâru’t-te’vîl (I-V), thk. Muhammed Abdurrahman el-Mer"aşlî, Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1418, C.I, s. 114.
Buhâri, Ebü Abdiilah Muhammed b. İsmail, Sahih-i Buhari, Çağrı Yay., İst., 1982.
Cürcânî, Seyyid Şerif Ali b. Muhammed, Şerhu’l Mevâkıf, Matbaayı Amire, İstanbul 1311, III, 243.
Çakan, İ .L.-Kandemir, M.Y.-Küçük, Küçük, K., Riyâzü’s-Sâlihîn Tercüme ve Şerhi, Erkam Yay., İst., 1997.
Durusoy, Ali, “İbn Sina/ Felsefesi”, DİA, İst. 1998, XX, 325-326.
Ebû Davüd, Süleyman b. EI-Eş'as es-Sicistani, Sünen-i Ebi Davud, Çağrı Yay., İst., 1981.
Ebû Hayyân Muhammed b. Yûsuf b. Ali b. Yûsuf b. Hayyân Esîruddîn el-Endelüsî, el-Bahru’l-muhît fi’t-tefsîr (I-X), thk. Sıdkî Muhammed Cemîl, Beyrût: Dâru’l-Fikr, 1420, C. I, s. 211. Günümüzde Polemik Konusu Yapılarak Tartışılan Kabir Azabının Hadislerdeki Dayanağı  45

Florida Kulla, Kabir hayatı ve Arnavutluk'ta âhiret, Uludağ Üniversitesi / Sosyal Bilimler Enstitüsü / Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı / Kelam Bilim Dalı, 2008, Bursa, 69.
el-Hanefî, İbn Ebi’l İzz, el-Akidetü’t-Tahaviyye ve Şerhi, Çev. M. Beşir Eryarsoy, 2. Baskı, Guraba Yay. İstanbul 2008.
Gazzali, Dalâletten Hidâyete, Haz. Ahmet Subhi Fırat, İst. 1978.
Gazzali, İhyau 'ulumi'd-din, Daru'ş-şa'b, yy., ts.
Gazzali, el-İktisad fi’l-i'tikad, Daru'l-kütübi'l-ilmiyye, Beyrut, 1304/1983.
Gazzali, Kava'idu'l-akaid, Alemü'l-kütüp, Beyrut, 1405/1985.
Gölcük, Şerafettin, Toprak, Süleyman, Kelâm Tarih Ekoller Problemler, 5. Baskı, Tekin, Kita-bevi, Konya 2001.
Görmez, Mehmet, Sünnet ve Hadîsin Anlaşılması ve Yorumlanmasından Metodoloji So-runu, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2000.
İbn Kayyim,el-Cevzîyye, Kitabu’r-Ruh, Çev. Şaban Haklı, 2. Baskı, İz Yay., İstanbul, 2003.
İbn Kesîr, Tefsiru Kur’âni’l Azim, XIII/7001–7003. Çev. Bekir Karlığa- Bedrettin Çetiner, Çağrı Yay., İstanbul 1985.
İbn Manzur, Ebu Fadl Cemâleddin Muhammed b. Manzur el-Mısrî, Lisanu-l Arab, VII/376-377, Dâru’s-Sadr, I- XV, Beyrut 1990.
İbn Teymiyye, Ehl-i Sünnet Akaidi, Çev. Muhammed Fatih el-Murabit, Tevhid Yay., İstan-bul 1998.
Izzüddîn Abdülazîz b. Abdisselâm b. Ebi’l-Kâsım ibni’l-Hasen es-Sülemî ed-Dımeşkî, Sultânü’l-Ulemâ, Tefsîru’l-Kur’ân (I-III), thk. Dr. Abdullah b. İbrahim el-Vehbî, Bey-rut: Dâru İbn Hazm, 1416/1996.
Karadaş Cağfer, İslâm Düşüncesinde Âhiret, Emin Yay., Bursa 2008.
Karaman, Hayrettin ve diğerleri; Kur’an Yolu, DİB Yay., I-V, Ankara, 2007.
Kaya, Murat, Kabir Azabıyla İlişkilendirilen Âyetlerin Tahlil ve Değerlendirilmesi, Usûl: İslam Araştırmaları, 2016, sayı: 25, s. 198.
Kurtubî, Ebû Abdullah Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Ebû Bekir b. Ferah el-Ensârî el-Hazrecî, el-Câmi‘ li-ahkâmi’l-Kur’ân, thk. Ahmed el-Berdûnî - İbrahim Itfeyyiş, Kâhire: Dâru’l-Kütübi’l-Mısrıyye, 1384/1964.
Mâtürîdî, Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd, Ebû Mansûr, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, thk. Mecdî Baslûm, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’lİlmiyye, 1426/2005.
Mücâhid b. Cebr et-Tâbiî el-Mekkî el-Kureşî el-Mahzûmî, Ebü’l-Haccâc, Tefsîru Mücâhid, thk. Dr. Muhammed Abdüsselâm Ebu’n-Nîl, Mısır: Dâru’l-Fikri’l-İslâmi’l-Hadîs, 1410/1989.
Müslim, Ebu'I-Huseyn Müslim b. Haccac, el-Camiu's-Sahih, thk., M.F. Abdülbaki, Daru İh-yai't Türasi'l-Arabi, Beyrut, 1956.
Nesefî, Hafizuddin Ebu’l-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmud en-Nesefî, Tevhidin Esasları, s. 131, çev. Hülya Alper, İz Yay., İstanbul, 2007. 46  Saffet SANCAKLI

Uludağ, Süleyman, İslâm’da İnanç Konuları ve İtikadi Mezhepler, 5. Baskı, Marifet Yay., İst. 2002.
Râzî, Ebû Abdullah Fahreddin Muhammed b. Ömer b. Hasan b. Hüseyn et-Teymî, et-Tefsîru’l-kebîr (Mefâtîhu’l-ğayb) (I-XXXII), Beyrut: Dâru İhyâi’t Türâsi’l-Arabî, 1420.
Oğan, Kasım, Kabir hayatıyla ilgili rivayetlerin tespit tahriç ve değerlendirilmesi, Yüksek Li-sans, Selçuk Üniversitesi / Sosyal Bilimler Enstitüsü / Temel İslam Bilimleri Anabi-lim Dalı / Hadis Bilim Dalı, Konya, 2010.
Okuyan, Mehmet, Kur’an- Kerim’e Göre Kabir Azabı Var mı? , Etüt Yayınları, Samsun 2007.
Öztürk, Muzaffer, “Kur’an-ı Kerim’e Göre Kabir Azabı Yok mu?”, Çukurova Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, cilt: 8, sayı:1, Ocak-Haziran 2008.
Özdemir, Veysel, Kabir Azâbı ile İlgili Bazı Hadîslerin İsnadları Üzerine Bir İnce-leme, EKEV Akademi Dergisi - Sosyal Bilimler -, 2014, cilt: XVIII, sayı: 59, s. 265-330.
Özdemir, Veysel, Kabir Azâbı ile İlgili Bazı Hadîslerin Metin ve İçerikleri Üzerine Bir İn-celeme, Bingöl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi = Bingöl University Journal of The-ology Faculty, 2014, cilt: II, sayı: 3, s. 55-123.
Öz, Mustafa, “el-Fıkhu’l Ekber”, İmam-ı Â’zam’ın Beş Eseri, 3. Baskı, İFAV Yay., İst. 2002.
Taberi, Muhammed b. Cerîr b. Yezîd b. Hâlid Ebu Ca’fer, Camiu’l-Beyan An Te’vîli’l-Kur’ân, Dâru’l-Kütübi’l İlmiye, Beyrut 1992.
Toprak, Süleyman, “Kabir/ Kelâm”, DİA, İst., XXIV, 37.
Toprak, Süleyman, Ölümden Sonraki Hayat (Kabir Hayatı), Tekin Kitabevi, 9. Baskı, Konya 2005.
Yavuz, Yusuf Şevki, “İbn Hazm/İtikadi Görüşleri”, DİA, İst. 1999, XX, 55.

UYARI

Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk yorumu gönderene aittir.